Astare şa
Anti kapitalist Anti faşist Anti sömürgeci Anti mülkiyetçi ekolojist
Tıpkı 2012/ 13 sürecindeki gibi bütün gündemimizi haliyle “Çözüm Süreci” kapladı. Ben de herkes gibi temsili Kürt yoldaşların hesaplarındaki açıklamaları dikkatle izliyorum. Ama benim görgümde, benim gibi “ezilen ulus sosyalistlerinin” görevlerine dair bir bilgi de var: ezen güce karşı ezilenin yanında durmak, ezilenin sesini çoğaltmak, ezen ulus arasında bu sesi yaygınlaştırmak.
Yani, bizler asgari demokrat olduğumuzu bile söylüyorsak, “bu mesele Kürtlerle devlet arasında” deyip, izleyici olamayız. Ezilen halkın kollektif aklına akıl da vermemeliyiz. Yapıcı bütün eleştirilere de açık oldukları tecrübeyle sabit.
Tartışmada birçok parametre konuşulsa da “zurnanın zırt diyeceği” iki önemli nokta var.
Birincisi Kürdistan İşçi Partisini (KİP) lağvetmek, ikincisi Kürt halkının öz savunma hakkından vazgeçmesi olduğu, konuya aşina olanlarca malum.
Burada Kürt olmayıp, konuya aşina olmayanlar için kısa bir özet iyi olabilir.
Dünyamız ve bütün halklar ulus devletler şebekesiyle yönetiliyor. Birleşmiş Milletler de aslında bu şebekenin resmi küresel etkisiz örgütü.
Peki, binlerce yıl Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olarak yaşamış, birçok devlet kurmuş bir halk, sanayi devrimi sonrasında kapitalist askeri güçlerin karşısında devletsiz bırakılmışsa ne olacak? Kürtler ’in tarihine baktığımızda son iki yüz yıl, statü sahibi olmak için çok ağır bedeller ödemiş, pogromlara, soykırımlara maruz kalmış bir halktan söz ediyoruz. Ama şu ana kadar ellerindeki tek statü Irak Federe Kürdistan Bölgesi. Bir de Bakur ‘da (Türkiye Kürdistanı) başlayıp dört parça Kürdistan’a yayılan, KİP’in öncülük ettiği son isyanla elde edilen kazanımlar söz konusu.
Şimdi Türk devleti diyor ki, “silahları bırakın, KİP’i lağvedin.” Peki bu gerçekten mümkün mü?
Bu noktada temsili kişiler açıklamalar yapmaya başladı. Benimkine ihtiyaç yok. Ama ben de bazı tanıklıklarımı aktararak yoldaşlarımın sesini çoğaltabilirim umudundayım.
İlk tanıklığım, 2014 aralığından 2015 temmuzuna kadar Rojava’da yaşayıp, film çekmiş biri olarak KİP nedir konusunda Türkiye’deki gözlemlerimden çok daha ötesine tanıklık etme şansım oldu.
Kısaca yazıp, biraz ayrıntılandırayım; KİP artık analog çağdakilerin anlaması mümkün olmayan, kuranlarca bile lağvedilmesi imkansız küresel bir ağ örgütlenmesi. Yani, KİP halktır, halklaşmıştır.
İleride tarih, KİP örneğini çok özel bir tarzda ele alacak ve sıra dışı bir yurtsever komünalist hareket olduğunu anlatacak.
Bu hareketin yetiştirdiği seçkin komutanlarla, kadrolarla tanıştığınızda, samimiyetle anlamaya çalışıyorsanız, söz konusu zihniyetin hem sorunlarını hem hayranlık verici yanlarını görebilirsiniz. Ama en önemlisi Rojava gibi, bu zihniyetçe yönetilen tek yasal, açık alanda, Bookchin/Öcalan paradigmasının nasıl halklaşarak vücut bulduğunu çok iyi gözlemleyebilirsiniz.
Özellikle 2014, başta Saray İktidarı olmak üzere, bütün dünyanın, IŞİD koçbaşıyla bu halkı nasıl kırmaya çalıştığını, ABD ve benzeri güçlerin ise nasıl savaşın gidişatına bakarak, konumlandığının, izlediğinin tanığıyız.
Bu öyle bir “akıldı ki” uluslarası koalisyonun kendisini konumlandırma biçimi, savaşın sonucunda kazananla kolay ilişki kuracak bir tarzda hesaplanmıştı. Böylece kim kazanırsa onunla sıkıntısı az bir diplomasi yürütebileceklerdi, öyle de oldu. Ama kimsenin beklemediği tek şey, KİP zihniyetinin kazanmasıydı.
Sonraki aylarda Bakur ’da bile – yasal sınırlar nedeniyle- tanık olamayacağınız “yer gök Öcalan” sürecine tanık olduk.
Abartmıyorum, yüzbinlerce Suriyeli Kürt’ün Öcalan sevgisini, hayatlarını kurtaran zihniyetin kurucusunu nasıl dağa taşa kazıdıklarını gördük.
Bugün Öcalan – velev ki ikna olsun- halka rağmen sizi lağvediyorum diyebilir mi? Dese, dünyanın birçok ülkesinde, özellikle Avrupa’da milyonlarca Kürt’ün yarattığı ağ örgütlenmelerini lağvedebilir mi? Bu gerçeği Bahçeli de iyi biliyor. Ama küstah faşist alışkanlığı ve kendi taban kaygısıyla böyle konuşuyor. Fırıldak, dememiş miydi “siyaset gereği kürsüde öyle söylenir, burada el sıkılabilir” ahlaksız siyaset…
Sonuçta bugün Kongra-Gel eş başkanı Remzi Kartal gerekeni söylemiş. Yakında benzer açıklamaları DEM Parti’den de duyarız beklentisindeyim.
Aktarmak istediğim ikinci tanıklık da “özsavunma meselesi”ne ilişkin. Benim çok etkilendiğim ve işte “üçüncü yol” budur dediğim bir olay.
Olayı aktaran, o zaman YPJ merkez komutanlarından, belgeselimin ana karakteri, sonra çok kıymetli dostum olan, geçtiğimiz yıl Türk devletince suikastla öldürülen, Jiyan Tolhildan.
Suryani halkı Suriye’de önemli bir toplum kesimi. Hem zanaat erbabı oluşları hem İktidarca “düşman görülmeyen” bir kesimi oluşturmaları nedeniyle çok daha yumuşak ilişki kurulan bir kesim.
Süryaniler 2014’te Rojava devriminde Esat’çı olmadılar, devrime yakın durdular, müttefik oldular.
İşte bu topluluk, tarihinden kaynaklı, savaşçı özellikler geliştirmemiş bir kesim. Savaş, Devrimci güçlerin lehine dönmüş ama ISIS hala çok etkin, her an her yerleşimde saldırılaır düzenleyecek güçleri tükenmemiş.
Süryani toplumunun temsilcileri geliyor, YPG’ye diyorlar ki, “bizim kendimizi korumamız imkansız, ama ortam malum, bizi siz koruyun, biz de bunun bedeli neyse ödeyelim.”
Aldıkları yanıt mealen şöyle: “Eğer iyi niyetinizden kuşku duysak bunu hakaret kabul ederdik. Ama burada halklar arasında böyle bir ilişki bizim zihniyetimize aykırı, ayrıca sizin aleyhinize. Varsayalım ileride bir sebepten bize olan güveninizi yitirdiniz, bir sebepten bizden korkmaya başladınız, böyle bir ilişki size ne hayır getirir? Biz öz savunmaya inanıyoruz. Kendi toplumunuzdan, amaca uygun gençleri toplayın, biz size silahı nereden bulacağınızı gösterelim, satın alın. En iyi eğitimcilerimizi yollayalım, karşılıksız öz savunma birliklerinizi eğitelim.”
Bugün Süryani Halkı kendi öz savunma birliklerince korunuyor. IŞİD’e karşı askeri sigortanın parçası, Kuzey ve Doğu Suriye Federasyonunun eşit ve özgür halklarından olarak birlikte yaptıkları “üçüncü yol” anayasasına sadakatlerini sürdürüyorlar.
Sonuç olarak “öz savunma” KİP için basit askeri bir uygulama değil. Yeniden tanımladıkları demokrasinin ve devletsiz yaşamın çok önemli bir bileşeni.
Bir akşamüstü, Ortadoğu’nun bir köşesinde, çatışmaların gölgesinde ikinci barış müzakereleri başlamak üzereydi. Tüm dünya nefesini tutmuş, “Acaba bu sefer olacak mı?” sorusunu kafasında döndürüyor. Barış, geçici bir durum değil, uzun vadeli ve sürekli çaba gerektiren bir süreçtir. Barış, bu coğrafyada her zaman bir illüzyon olmuştur; gerçek bir muhalefetin gölgesinde parlayan bir ayna. Bu illüzyon, bölgedeki tarihsel çatışmaların ve güç dinamiklerinin karmaşıklığı ile daha da belirginleşmektedir.
Savaş, bir dönem kalp atışlarını hızlandırırken, barış yalnızca sıkıcı bir sessizliktir. Barışın tanımı, adeta bir ressamın tuvali üzerine düşürdüğü renkler kadar çeşitlidir; ama çoğu zaman, insanlığın en büyük zaaflarından biri olarak görülen bir utanç kaynağıdır. Bu nedenle, barışın kalıcı hale gelmesi için siyasi irade, halkların beklentilerini göz önünde bulundurarak, adalet ve eşitlik temelinde bir barış süreci oluşturmalıdır. Ayrıca, bölge halklarının beklentilerine ve tarihsel bağlarına da ihtiyaç vardır.
Barışın Derin Kökleri ve Yüzeysel Tanımlar
“Barış, savaşın meyvesidir,” derken neyi kast ediyoruz? Bu söz, belki de insanların arasındaki mesafeleri açarak, düşmanlıkların kök salmasına hizmet ediyor. Savaş, kahramanlık hikayeleriyle dolu bir destan yazarken, barış yalnızca tozlu raflarda bekleyen bir tarih kitabıdır. Platon’un “Barış, ruhun en yüksek mutluluğudur” ifadesi, belki de ruhu en derin derinliklere dalan bir deniz kabuğu gibi, dalgalar arasında kaybolmuş bir hazinedir.
Fakat barışın anlamı, sadece basit bir kelime oyunu ile sınırlı olamaz. Savaşın sona ermesi, çoğu zaman yeni bir çatışma doğurur; bu durum, barışın yüzeysel bir duruş olmaktan öteye geçebilmesi için, sosyal, siyasal, kültürel, kimliksel, ekonomik, temsiliyet, irade, yaşam/fırsat hakkı ve adalet eşitliğin sağlanmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla, barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, insanların zihinlerindeki kinlerin ve geçmiş travmaların tedavi edilmesiyle mümkün olur. Barış, yaşamak için yaşama sanatıdır; bir toplumun kültürel ve sosyal dokusunu yeniden şekillendirmek için yapılan titiz bir çalışmadır. Leo Tolstoy “Savaşın ruhu, savaşın köklerini derinlere salar; barışın ruhu ise, sevgi ve anlayışın etrafında filizlenir” demiştir. Bu söz, barışın, sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda kalplerdeki düşmanlıkların silinmesi gerektiğini anlatmaktadır.
Kürt Sorununun Çözülmesi
Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık yapısında önemli bir düğüm noktasıdır. Kürtler, tarih boyunca, kendi kimliklerini korumak ve haklarını savunmak adına mücadele eden bir ulus olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu mücadele, yalnızca bağımsızlık veya özerklik talebi yanı sıra; aynı zamanda temel insan hakları ve kültürel varlıklarının tanınması içinde bir çabadır. Barışın sağlanması, bu sorunların çözümünü gerektirir; dolayısıyla Kürtlerin, gerçek ve reel yasal güvencelere bağlanmış haklarını elde etmesi kaçınılmazdır. Kürt sorunu, Türkiye’nin iç dinamikleri kadar, bölgesel ve uluslararası güç dengeleri ile de doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda, uluslararası normların ve evrensel insan hakları sözleşmelerinin dikkate alınması, sorunun çözümünde kritik bir rol oynamaktadır.
Siyasi bir figür olarak, Kürtlerin meseleleri, çoğu zaman sadece Türkiye’nin iç dinamikleriyle sınırlı kalmıştır. Ama unutulmamalıdır ki, bu sorun, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Hegel’in “Tarihin öğretisi, insanların ne yapması gerektiğini değil, ne yapmadığını gösterir” sözü, belki de bu sürecin bir özeti niteliğindedir. Eğer tarihi unutur ve geçmişteki acılara göz ardı edersek, gelecekte barışın sağlanması imkânsız hale gelecektir.
Sadece sosyal adalet ve eşitlik değil, Kürt kimliğinin tanınması da büyük bir önem taşımaktadır. Kürtçenin resmi statü kazanması, eğitim sisteminde yer alması, kültürel olarak özgürce temsil edilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve Kürtlerin siyasi, ekonomik ve yönetimsel olarak kendilerini ifade edebilmesi, bunların anayasal bir güvence altına alınması, barışın kalıcı hale gelmesi için atılacak anahtar adımlardandır.
Barış, yalnızca çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda bir inşa sürecidir. Bu süreç, tıpkı bir bahçe gibidir; farklı çiçeklerin bir arada açabilmesi için her birine eşit ışık ve su verilmesi gerekir. Bertolt Brecht’in de dediği gibi, “Barış, sadece bir mülkiyet meselesi değil, aynı zamanda bir insanlık davasıdır.”
Bahçeli’nin Çağrısı
Devlet Bahçeli’nin çağrısı, bazen gündelik hayatın sıradan bir fıkrası gibi gülümsetirken, bazen de derin bir ironi taşır. MHP’nin lideri, adeta bir barış elçisi gibi, “Hadi gelin, barışalım” derken, ardında bin bir türlü belirsizlikle dolu bir pazarlık yelpazesi açar. Bahçeli’nin çağrısı, barış için bir kapı açmaktan çok, bir pazarlık masası kurma girişimidir. Oysa Bahçeli’nin çağrısı, siyasi bir manevra olmaktan çıkmalı ve gerçek bir barış iradesi olarak ortaya konulmalıdır.
Bu çağrının yalnızca seçim, zorunluluk veya sıkışmışlık dönemlerinde dile getirilen bir tema olmaktan öte, arkasında gerçek bir irade bulunmalıdır. Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrı, sadece bir siyasi manevra değil; aynı zamanda toplumda barış arayışının önemli bir parçası olmalıdır. Ancak bu nokta, adalet ve eşitlik taleplerinin göz ardı edilmemesini önemli kılar. Zira barış, yalnızca bir kelime ya da cümleyle ifade edilebilecek kadar basit bir kavram değildir; bu, insanların yüreklerinde ve zihinlerinde yer eden derin bir dönüşüm gerektirir. Bahçeli, barış sürecine dair somut adımlar atarak, toplumda güven inşa etmelidir.
Barışın Zorluğu
Barış, çoğu zaman savaşın zorluğunun çok ötesinde bir mücadele gerektirir. Savaşta düşmanla doğrudan yüzleşirsiniz; ancak barışta, kendi içsel korkularınızla, geçmiş travmalarınızla ve toplumsal yaralarınızla yüzleşmek zorundasınız. ‘Savaşın en büyük düşmanı, barıştır,’ efsane söylem, bu karanlık gerçeği daha iyi tanımlar. Barış süreci, sadece silahların susmasıyla değil, aynı zamanda toplumların geçmişte yaşadığı travmaların üstesinden gelmekle de ilgilidir. Barış, yürekten gelen bir cesaret ister; toplumların geçmişle barışması, geleceği birlikte inşa etme iradesi gerektirir.
Buna karşın, barış arayışında en büyük engellerden biri, ideolojilerin ve çıkarların çatışmasıdır. Her bir siyasi aktör, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederken, gerçek barışın sağlanması bir kenara itilir. Buda sürecin inşasının içinden çıkılmaz hale getirir. Her ne kadar Bahçeli gibi figürler, barış çağrısı yapsa da, arka planda sürdürülen müzakerelerin şeffaflığı ve samimiyeti önemlidir. “Barış, düşmanın yüzüne bir yumruk atmanın ötesinde, onun elini sıkmayı gerektirir,” derken, bu elin gerçekten sıkılıp sıkılmadığını anlamak için, geçmişteki samimiyetsizliğin izini sürmek gerekir. Albert Einstein’ın dediği gibi, “Savaş, varoluşsal bir gerçekliktir, ama barış, yaratıcı bir süreçtir.”
Barış: Yaşamanın İnşa Sanatı
Barış bir hedef değil; yürüyen bir süreçtir. Gandhi’nin de belirttiği gibi, “Barış, insanların birlikte yaşama iradesinin ifadesidir.” Bu irade yalnızca bir dilek değil, insanlığın en büyük erdemlerinden biridir. Türkiye’de barış arayışı, adalet ve eşitlik temellerine oturmadıkça kalıcı olamaz.
Barış bir ütopya değil; herkesin katkısıyla mümkün kılınacak bir gerçekliktir. Bu süreç yalnızca siyasetçilerin değil, her bireyin sorumluluğudur. Geçmişteki çatışmaların izlerini silmek, yaraları kapatmak ve yeni bir gelecek inşa etmek kolektif bir çaba gerektirir.
Barış bir lütuf değil; herkesin eşit şekilde erişebileceği bir haktır. Bu hakkın tesis edilmesi, toplumun ortak sorumluluğudur. Barış, kelimelerle yazılan bir şiir gibi değil, düşünce ve eylemlerle şekillenen bir inşa sürecidir.
Tanıl Bora MHP’nin 18 Nisan 1999 genel seçimlerindeki başarısını değerlendirirken, “faşizm” kavramının kerteleriyle ilgili yazdığımızı hatırlatalım, önce:
“Faşizmin üç düzlemini ayırdetmek gerekir: rejim/devlet biçimi düzlemi, örgütlü faşist hareket düzlemi, sıradan/gündelik faşizm (veya ‘kök-faşizm’)... Türkiye’de devlet rejimi, ‘total’ anlamda faşist olarak tanımlanamaz -2. Dünya Savaşı sonrasında ‘total’ anlamda faşizmin tarihsel devrini tamamladığını düşünüyorum; hele ’90’ların dünyası, son derece eklektik ve ‘esnek’ olan post-faşizmin devridir-, ancak güçlü faşist rejim unsurlarını barındırır (olağanüstü hukukun ve “istisna”nın olağanlığı, millî eğitim ideolojisi...). Örgütlü faşist hareket ise -tıpkı neo-faşizmin evrensel gelişmesi gibi- büsbütün müstakil bir hareket olarak düşünülmemelidir; ideolojik açıdan resmî ideolojiyle ve vasatî milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyle ‘haddinden fazla’ eklemlenmiştir, söylemsel ve ideolojik özgüllüğü sınırlıdır, görelidir; buna bağlı olarak, örgütsel açıdan da klientelist ilişkilere yine ‘haddinden fazla’ gömülüdür. Sıradan faşizmin gündelik hayatta, dilde anlık, kendiliğinden -bazen de gayet ‘şenlikli’ biçimde- uç veren görünümleri ise Türkiye’de hayli yaygındır, MHP’yle kâim değildir. Neticede, politik açıdan böylesine semirmiş bir MHP olmadan da, Türkiye’de faşizmin ögeleri kuvvetliydi, kuvvetlidir. Kuşkusuz şimdi, sadece nicel düzeyde kalmayan bir değişim mümkündür: sözünü ettiğimiz üç düzlemin senkronizasyonu ve yoğunlaşarak eklemlenmesi, elbette ciddi sonuçları olacak, korkulacak bir gelişmedir. Fakat, daha az korkutucu sayılmamak kaydıyla, bu süreçte darbe benzeri bir kopuştan ziyade bir sürekliliğin, ‘ele geçirme’den ziyade ‘sirayet etme’ kipliğinin damgası olduğunu görmeliyiz. Böyle görmek ne değiştirir? Galiba en önemlisi ruh halini değiştirmesi gerekir; meselenin, uzun menzilli ve sabırlı bir uğraşı gerektiren çok cepheli bir mesele olduğunu bilerek davranmayı gerektirir.”
[1]Şimdi, bir yıl sonra, faşizmi çözümlemeye ilişkin bu kavramsal ayrımları ve Türkiye’de faşizmin görünümlerini biraz daha açımlamaya çalışalım. Elbette kapsamlı kuramsal uğraşı gerektiren bu mesele bir dergi yazısında bitirilemez; burada ancak bazı temel iddiaları, tezleri tartışabiliriz. Bu kuşbakışı değerlendirme, deneme uslûbunda, kaynak atıflarına alıntılara yer vermeden yapılacak.
FAŞİZMİN GÜNCELLİĞİ Faşizmi iki dünya savaşı arası krize özgü olmuş-bitmiş bir olgu olarak tarihin uzak raflarına kaldırmaya dönük bir yorum, hemen her yerde yaygın ve egemendir. Bu egemen-statükocu görüş, kapitalizmdeki faşizm köklerini görmez: Faşizmin kapitalist sistemin iktisadî-toplumsal ve politik buhranına bir çözüm seçeneği olarak işlev görebilmiş olduğunu, faşist hareketin saiklerinin, ‘güdülerinin’, kapitalist toplumun metalaştırıcı/yabancılaştırıcı süreçlerinin ve rasyonalitesinin insanî-beşerî ilişkilere kazandırdığı karakterden neş’et ettiğini düşünmez. Faşizmin tezahürlerini ancak popüler malûmatta yer etmiş meşhur Nazi ve Faşo alâmetlerine açıkça benzediğinde teşhis edebilmek, bu bakışın yaygın bir özelliğidir. O zaman da bu tezahürler bir ‘hortlama’ olgusu olarak ele alınır; eskide kalmış, geçersizleşmiş ve “zararlı” bir akıma fanatizm eseri kapılmış sapkınlara özgülenir. Faşistlik ithamına marûz kalan radikal milliyetçiler, daima, faşizmi Alman Nasyonal Sosyalizmine ve İtalyan Faşizmine, yani başka milletlere özgü akımlar olarak dışlaştırarak bu teşhise yapışırlar.
Oysa, öncelikle sosyalistler, faşizmin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kökünün kuru(tul)madığına emindir. Faşizmin bir rejim olarak tekerrür etmediği ileri sürülebilir - ki bu sav da şüphelidir; halihazırdaki egemenlik sistemlerini faşizmin mutasyonları olarak görmek mümkündür, buna değineceğiz. Faşist hareketlerin marjinalleştiği söylenebilir - ki hiç de kıyıda-köşede kalmamış faşist hareketlere, illâ iktidara gelmeseler bile, birçok örnek verilebilir. Ama en sarih olanı, faşist ‘güdüler’in, “kitle ruhu”nun ve davranışların, kısacası sıradan faşizmin, ‘renklenerek’, capcanlı berdevam olduğudur. Dahası, neo-faşizm (ya da post-faşizm), sıradan faşizmle doktriner ve örgütlü faşizm arasındaki uçuruma sağlam bir köprü kurmaya yetenekli görünüyor. Faşizmin kapitalizmle hemâhenk biçimde modernleşmesinde katettiği mesafe, ‘klasik’ faşizmden farklı bir faşist rejim ihtimalini pekâlâ gündeme getiriyor.
Sosyalistlerin faşizme bakmaktaki zaafları ise, birincisi bu konuyu bir hizmet içi eğitim materyali ve bilenme idmanı olarak almak, ama jargon dışına çıkarak kendi dışlarındaki kamuoylarına anlatmaya pek iltifat etmemek; ikincisi, buna bağlı olarak, her vesileyle faşizm alarmı veren telâşe memurları görünümü sergilemektir. Faşizmin özgül kertelerine ve bunlar arasındaki uyumlara ama aynı zamanda intibaksızlıklara, faşistliğin tezahür ve nüfuz mekanizmalarına olan merakını -ki bu bir “hayat bilgisi” olmamalı mıydı?- yitirmiş, kitabî, dogmatik anti-faşizm, bu musibetin adını şeytanın adı gibi zikretmeyi, ona karşı bir direnç oluşturmaya yeterli sayar. Neyin niçin faşist olduğunu, bırakalım onu, faşistlik teşhisi konan failin ya da olgunun niye “kötü” olduğunu üçüncü şahıslara anlatma yeteneğinden mahrûm hale gelmiştir. Oysa faşist etkenlerin, yineleyelim, kapitalist modernizmle hemâhenk bir biçimde modernleştikleri, ‘esnekleştikleri’, fragmanlaştıkları, anlık (spontan) hale geldikleri velhâsıl karmaşıklaştıkları bir zamanda, her şeyden evvel taze bir meraka ve bilgilerinde, görgülerinde, hatıralarında bulunmayan bir tepkiyi insanlarda husule getirebilmek için çok zahmete ihtiyaç var.
FAŞİZMİN HALLERİ: REJİM - HAREKET VE İDEOLOJİ - SIRADAN FAŞİZM Faşist rejim - faşist rejim unsurları “Faşist” sıfatını uluorta, olur olmaz kullanırken bizi ihtiyata sevketmesi gereken temel mülahaza, tam teşekküllü bir faşist rejimin, başka bir şeyle kıyası yapılarak küçümsenemeyecek ağırlıkta bir felâket oluşudur. Faşist diktatörlük rejimleri, topyekûn toplumsal denetimi, bu denetimin vasıtası olarak korporatif temelde sıkı bir “örgütlü toplumu”, dinsel mâhiyette bir devlet kültünü, yoğun bir ırkçı-milliyetçi ritüel ekonomisini, bu tapınma etrafında hep yeni vesilelerle tavda tutulan bir toplumsal seferberliği, komünizmin insanî-ahlâkî problemlere dek tüm sorunların kaynağı bir salgın hastalık olarak şeytanlaştırılmasını, millî düşman ya da “zararlı” veya “aşağı” addedilen insanların/toplulukların tenkilini, arzulanan her hedefe muktedir olunabileceği cinneti içinde hudutsuzlaşmış bir araçsal rasyonaliteyi, millî hedeflerle bu araçsal rasyonaliteyi bağdaştıran asketik bir çalışma ve üretim etiğini, askerîleştirme ve sembolik ve fiilî savaş hazırlığını, olağanüstü semiren ve başına buyruklaşan baskı aygıtının teknisyence zulmünü tesis etmiştir. Kâmilen faşist bir rejim, -belki başkalarını da ekleyebileceğimiz- bu temel unsurların bütünlüklü, tutarlı bir sistematiğidir. En mükemmel tarihsel örneği kuşkusuz -Troçki’nin daha ‘henüz’ İtalyan Faşizmi sahne almışken uyarmış olduğu gibi- Nazi Almanyası’dır; İtalyan faşizmi, 2. Dünya Savaşı arefesindeki Japon faşizmi, İspanya’da Franco diktatörlüğünün bilhassa öz-Falanjist dönemi, en sarihleri Arjantin ve Şili olmak üzere bazı Latin Amerika askerî diktatörlükleri, o derece ‘mükemmel’ olmasalar da yine yeterince bütünlüklü faşist rejim örnekleridir. Nazi Almanyası’nın ‘üstünlüğü’, faşizmin modern bir olgu oluşunu da yansıtır. Kapitalizm-öncesinde de, kapitalist modernliğin sınıf toplumu yapılarının yerini kitle toplumu yapılarının tutmaya yöneldiği iki savaş arası evresi öncesinde de baskıcı, tahakkümcü rejimler vardı - faşizm ise, ancak bu karmaşık ve çok yönlü totaliter aygıtın işleyebileceği daha geç bir modernlik evresinde mümkündür.
“Burjuva demokrasisi” ya da başka baskıcı-otoriter rejimler ile faşizm arasındaki farkı yüzeysel sayan ultra-solcu yorumlarla yapılan, ‘sahici’ faşizmi hafife almak ve ‘normalleştirmek’ gibi çok ağır bir sorumsuzluktur. Bu sorumsuzluğa karşı uyarmak, 2. Dünya Savaşı sonrası ‘normal’ kapitalist rejimlerin ithal ettiği faşist rejim unsurlarını görmezden gelmeye yol açmamalıdır. Faşizmden, kapitalist ekonomik-politika ve yönetim tekniğinde modernleştirici bir değişim deneyimi olarak pekâlâ yararlanılmıştır. Keynesyen iktisadiyat ile nasyonal-sosyalist tam istihdam ve kitle tüketimi politikaları arasındaki benzerliğe çok dikkat çekilmiştir. Neo-korporatist politikalar, sosyal demokrasinin saadet onyılındaki uygulamalarıyla bile, faşist rejimlerin mirasını akıllara getirmiştir. Burada tam anlamıyla faşist rejim unsurlarından değil, geçişlere, alışverişe elveren bir sorunsal ortaklığından söz ediyoruz.
“Faşist rejim unsurları” olarak tanımlanabilecek hususlara gelecek olursak... Doğrudan doğruya “Nazi ideologu” denemeyebilirse de nasyonal-sosyalist hukuk ve devlet felsefesinin ‘evrensel’ kuramsal damıtımını yapan Carl Schmitt’in özellikle son on-onbeş yılda siyaset bilimi literatürünün bellibaşlı ilham kaynakları arasında yer alması tesadüf değildir. Schmitt, istisnayı, “olağanüstü hal”i belirleme erkini, egemenliğin temel belirtisi, ‘tözü’ sayar; zira hukuk kendi kendini gerçekleştiremez, onu yürüten iradeye muhtaçtır ve devlette mündemiç bu iradenin sürekli yeniden temsil edilmesi, ‘kendini göstermesi’ gerekir. Schmitt’in kuramsal inceltme/damıtma işleminden geçsin geçmesin... “olağanüstü hal”le, “âcil hallerde demokrasinin sınırlanması”yla ilgili ‘normal’ kapitalist devlet pratiğinde, faşizm tecrübesinin ilham verici etkisi vardır - bu ilham kaynağının da dolayımı ne olursa olsun, olağanüstü hal rejimlerinin normal-istisnalar olarak kurumsallaşması, ‘normal’ rejimler bünyesinde yerleşik bir faşist rejim unsurudur.
Buna bağlı olarak baskı aygıtının, polisin göreli özerkliğinin güçlenmesi, hele bu durum yasayla temellendirilmese bile korunup kollanan bir fiilî ceza tayini ve infazı yetkisiyle ‘taçlandığında’, bir faşist rejim unsurudur. Nazilerin Gestapo (Gizli Devlet Polisi) tecrübesi de bu bakımdan “demokratik rejimler” için eğitici olabilmiştir.
Gladio olayı, çarpıcı bir örnektir. Malûm, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kıtası çapında yaygın bir faşist paramiliter ilişki şebekesi, ‘normal’ demokratik kapitalist devletler bloku tarafından bir anti-komünist direniş gücü olarak işe koşulmak üzere transfer edilerek donatılmış ve himaye altında kadro takviyesi yaparak yenilenmesi sağlanmıştı. Gladio, komünizm ya da Sovyet nüfuzu tehdidine marûz olduğu varsayılan demokratik rejimlerin bünyesi içinde yuvalanmış resmî-illegal bir faşist nüve, bir faşist rejim unsuru idi.
[2]Faşist rejim unsuru olarak işlev gördüğü tartışılabilecek bir başka etken, özellikle medyaların büyüdüğü, çoğaldığı, tesir ve menzillerinin arttığı son onyıllarda, kitlesel reklam-tanıtım kampanyalarının, medya-merkezli âyinlerin rıza ve meşruiyet üretme mekanizması olarak baskınlaşması, ‘kamuoyu’nun bu “gösteri toplumu” tezahüratı altında bir simgesel tören atmosferinde ‘kaynayıp’ buharlaşmasıdır. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’i imrendireceği kesin olan çağdaş medya saltanatı, faşist bir doktrin tarafından yönlendirilmiyor, bu alanda bir ideolojik ve simgesel mücadele hüküm sürmekte. Lâkin imaj bombardımanının, gösteriselliğin, televizüel rutin-ve-geçicilik düzeninin ‘akıl tutulmasına’ yol açabilen kamaştırıcı etkisinde faşizan bir potansiyelin soluk aldığını söylemek boş bir iddia değildir.
Her halükârda, faşist rejimler ile faşist rejim unsurları arasında ayrım yapmak gerekir. Bir dizi faşist rejim unsurunun tezahür ettiği otoriter veya totaliter rejimler söz konusu olabilir; fakat bir faşist rejimden söz edebilmek için, faşist rejim unsurlarının faşist bir hareket ve ideolojinin yönetimi altında bütünlüklü bir şekilde eklemlenmesi gerekir. Tekrarlayalım: Her baskıcı ve zalim otoriter rejimi “faşizm” adıyla tescillemek, faşizmi otoriterliğin bir derecesine indirgemek ve küçümsemektir. Yapısal faşizan unsurların kesafet kazandığı otoriter rejimler, lânetli “faşizm” kem-sözünü kullanmamıza gerek olmadan da yeterince vahimdir - ama faşizm başka bir şeydir!
Faşist hareket ve ideoloji Dimitrovgil anti-faşist reçetelerin en büyük zaafı, faşizmin olmazsa olmaz bir unsuru olarak faşist hareketi görmezden gelmeleridir. ‘Son kertede’ sermayeye hizmet ettiğine, sermayenin diktatörlüğünü yürüttüğüne yapılan aşırı vurgu, faşizmin üstelik alt sınıfları seferber eden kitle dinamiğinin görmezden gelinmesine yol açar. Söz konusu vurgu, 1930-40’ların koşullarında, tam da faşizmin “işçi partileri” suretinde ortaya çıkmasına sosyalist partilerin gösterdiği tepkiye dayanır. Kaba veya zarif biçimde, faşizmin alt sınıflara hitabının demagojik niteliğine dikkat çekme cehdini yansıtır. Ancak işçi sınıfını “kendi-için bilinciyle”, “insanın kendi yeteneklerine ve imkânlarına yabancılaşmasının en keskin semptomu” (Ernst Bloch) olmasıyla değil de gündelik, dolayımsız “kendinde bilinciyle” ‘tözsel’ bir özne olarak tasavvur etmeye kilitlenen yerleşik komünist partilerin bu bilinçlendirme cehdi, sınıfın ‘sahih’ temsiline ilişkin bir iddialaşmadan ileri gitmemiş, aydınlatıcı olamamıştır. Faşizmin kitle bağları ve özellikle ezilen-alt sınıflara nüfuzu, onun gücünün ve ondaki trajedinin anahtarıdır oysa. Faşizm, ancak o kitle bağları ve alt sınıflara nüfuz gücüyle bir güç olur ve iktidar seçeneği haline gelebilir. Faşizm, Frankfurt Eleştirel Okulu’nun temsilcilerinin ızdırapla söyleyip durdukları gibi, baskılanmış, iradesizleştirilmiş, rüşdsüzleştirilmiş kitlelerin baskıcı, iradesizleştirici, rüşdsüzleştirici bir düzene şevkle katılmalarını sağladığı için vahim ve trajiktir. Bu vahamet ve trajedideki çileden çıkarıcı saçmalık, sosyalist ruhbanı, faşizmin bu sırrını -eninde sonunda sermayenin tasarladığı- muazzam bir “kandırmaca” ve yanlış-bilinç olarak tasvir etmeye itmiştir. Bu yorum, uçlaştıkça, ki komplocu bakışın tabiatı icabı uçlaştırılmayı tahrik eder, körleştirir. Sadece bu vakıayı ortaya çıkaran toplumsal süreçlere körleştirmez, sosyalist düşünüş açısından asıl vahimi, insanî öznelliklerin değişme ve değiştirme potansiyellerine körleştirir. Faşist hareket bir yerlerde tasarlanmış bir komplo, donatılıp toplum içine salınmış bir çete değildir. Belirli toplumsal tepkilere hitap eden, belirli bir toplum ve dünya tasavvuru olan, bu tasavvuru ve eylemiyle birtakım toplumsal, ideolojik, psişik zeminlerle titreşime geçmesi de hiç zor olmayan bir harekettir.
Klasik faşist hareketler, ağırlıkla, hızlanan kapitalist modernleşme süreçleriyle toplumsal statülerini yitirmeye başlayan geleneksel orta sınıflarda ve işsizleşme tehdidiyle karşı karşıya gelen işçi sınıfında taban bulmuştur. Bu sürecin atomize edici etkisiyle ve geleneksel toplumsal bağların kalıntılarının da güçlü bir darbe almasıyla tutamaksızlaşan bu kitleler, Dünya Savaşı travmasının, siyasal ve yönetim temsil düzeninin buhrana girmesinin de maneviyat bozucu, zihin bulandırıcı etkisi altındaydılar. İki dünya savaşı arası dönem, gerçekten de bu altüst oluşların sarstığı, ‘hassas’ bir dönemdi. Kapitalist modernleşmeyi görece geç ama ‘iddialı’ idrak eden ülkeler olarak Almanya, İtalya, Japonya’da daha derin yaşanan bu sarsıntı; egemen sınıflarının dünya savaşındaki tatminsizliklerini ‘ulusal duygu’ olarak transfer etmeyi başarmasıyla, bir millî ‘diriliş’ ve rövanş arayışına vesile olabildi. Faşizm, bu zemin üzerinde, toplumsal yıkımın -özellikle Almanya’da- güçlü bir alternatifi olarak görünen komünizmin vaadlerini, bir yandan orta sınıfların ve bizzat işçilerin statü kaybını kalıcılaştıracak bir felâket olarak resmedip, diğer yandan “millî kurtuluş” söylemiyle dönüştürüp devralarak hegemonya kurdu. Yerleşik işçi sınıfı örgütlenmesi ve alt-kültüründeki -özellikle Almanya’da- otoriter davranışa yatkın milliyetçi saikler içermesinin ve komünizmin bir Bolşevik-Rus millî davası olarak algılanmasının -ve SSCB’nin bu algılamaya sağladığı kolaylıkların- bu sürece tesiri ayrıca tartışmaya değerdir.
İki dünya savaşı arası dönem, global bir ‘dünya gözü’nün daha fazla açıldığı, kıyametçi ve iyimser-gelecekçi fantezilerin insanları sarhoş ettiği ‘özel’ bir dönemdir, ama biricik değildir: Bu dönemin karakteristik özelliği, tekrarlayalım, kapitalist modernleşmenin ivmesinin, nüfuz gücünün bir hamleyle artması ve bu ivmenin geleneksel veya daha önceki modernlik evresine ait bağları çözerek geniş toplulukları tutunumsuz bırakması; bu sosyal karışıklığın yol açtığı aidiyete, geleceğe ilişkin kaygıların, topyekûn topluma (millete) dönük olduğu varsayılan bir tehdit algısıyla reaksiyona girmesidir. Bu tabloyu, aynı şiddette bir krize yol açmasa bile, 1945 sonrasında muhtelif zaman kesitlerinde ve muhtelif coğrafyalarda görebiliriz - muhtelif faşizm alâmetleriyle beraber...
Faşist hareket ve ideolojinin, geleneksel ve onun yanında görece eski-modern statü ve bağları sallantıya girdiği ölçüde çözülmeye, anonimleşmeye giden ve anonim bir varoluşla ilgili psişik-ideolojik ve toplumsal-örgütsel hazırlıksızlık hali içinde reaksiyonerleşen geleneksel orta sınıfların ve işçi sınıfının kütleleşme, güruhlaşma potansiyeline hitap ettiğini söyleyebiliriz. Bu potansiyele, insanların o “kütlesel”, anonim varoluşunu anlamlı bir aidiyet olarak yeniden-tanımlayarak hitap eder. Kütleye, somut tutunum ve kazanım imkânları sağlaması yanında tantanalı bir sloganlar, simgeler, törenler zinciriyle cezbeden örgütsel performansı aracılığıyla, organik bir topluluk imgesi ve öz-imgesi kazandırır; bu şebekeye bağlananlarda bir tür ilkel/ilksel özsevgiyi (“okyanussal benlik”) kışkırtır. Kütle, rahim olur. Bugün ve gelecekle ilgili derin kaygıları olan kütlesini, ezelî-ebedî bir düzen mitosunun ihyâsını vaadederek mânen rahat ettirir.
Faşist ideoloji, alt sınıflara, aşağıdakilere, ezilenlere, “küçük adam”a hitap eder. Sosyalizm de yapıyordur bunu: Ezilenlerin ve özgül olarak da işçi sınıfının içinde bulunduğu “insanlık durumunun”, neticede ezenleri/sömürenleri de insanlık nâmına haleldâr eden sebeplerini aşmayı hedef göstererek. Faşizm ise, bütün enerjisini “küçük adam”ın kör öfkesini okşamaya, onun içinde bulunduğu sıkıntının müsebbibi olarak şeytanî bir düşman imgesine nişan almaya hasreder. “Küçük adam”ı küçük olmaktan, küçük ve dar bir varoluştan taşırmayan, eninde sonunda onu küçültülmüşlüğü, ezilmişliği içinde yüceltmeye, tatmin etmeye, kendini önemli hissettirmeye dönük bir enerjidir bu. Düşman figürü, “küçük adam”ın sıradan-ama-saf-ve-temizliğiyle yüceltilmesine vesile olan özsel (ırkî/millî) kimliğin karşıtında tanımlanır; faşizmin anti-kapitalizmi, kapitalizmin millî bünyeyi tahrip eden “yabancı” karakterinden ötürüdür.
Faşizmin en çok ‘ünlenmiş’, harcıâlem belirtisi, ırkçılıktır, onunla birlikte de ‘aşırı’-milliyetçilik. Irkçılık ve ‘aşırı’-milliyetçiliğin, mutlaka silsile içinde bulunması gerekmez; ırkçı temelli milliyetçiliğin mucidi de faşizm değildir. Irkçılık ve ‘aşırı’-milliyetçilik, kuramsal ve politik şahikâlarına tarihsel olarak faşizmde ulaşmış ve birbirlerine faşizmde sıkı sıkıya sarmalanmış olsalar da, faşizme özgü değildirler. Faşist hareket, tematik-programatik açıdan aslî ideolojik ilham ve başvuru kaynağını teşkil eden ‘aşırı’-milliyetçi ve ırkçı fikriyattaki özcü karakteri, sorunsalını belirleyen totaliter ve radikal dünya görüşü içinde uçlaştırmış, aşkınlaştırmıştır. Faşist ideoloji ırkçı-milliyetçiliği, bir politika ya da gelişme/kalkınma/kurtuluş/diriliş stratejisi olmaktan öte, bizatihî dünya görüşü ölçeğinde yeniden üretir. Doğuştan ‘verilmiş’, ezelden ebede giden ‘sahih’ bir üstün kimliğin oluşturduğu hâle, faşizmin hedef kitlesini tatmine uygundur. Özellikle görece ‘gecikmiş’, ‘bütünleştirme’ işlevinde tıkanıklıklarla karşılaşan ve ilmihâli, ‘idealleri’, mitik evreni vb. istikrara kavuşmamış bir milliyetçilik ortamı, faşist müdahaleye kolaylık tanır.
Faşizm, totaliter ve radikal sorunsalı ve özcü tematiğiyle, temel düşman figürleri olan “Yahudi”yi ve “bolşevik/komünist”i de özselleştirmiştir. Bunlar tesadüfî hasımlar değildir; ırkî-millî öze ezelden beri kasteden bir şeytanî ‘tini’ cisimleştirirler - ırkî-millî öz, onunla tarihsel mücadelesi içinde açığa çıkar, arılaşır. Faşist anti-semitizm ve anti-komünizm, karşısında müşahhas Yahudi ve müşahhas komünist olmadan da işleyebilir; tesadüfî, konjonktürel hasımlarını da ‘objektif olarak’ Yahudilikle, komünistlikle vasıflandırmaya mezundur.
Faşist hareketin sorunsalının totalitarizm ve radikalizmle belirlendiğini söyledik. Faşist ideoloji, hem modernizmin toplumsal yaşamı parçalamasına ve dolayımlamasına tepki, hem de komünist holisizme cevap olarak, totaliterdir. Liberal-demokratik düzenin tahammül edemediği gevşekliğine, ‘iktidarsızlığına’, mefluçluğuna mukabil, herşeye hâkim ve her alanda nâzım, heryerde hazır ve nâzırdır. Faşist hareket, onu doğuran toplumsal iklimin ufunetini, oradaki derin hoşnutsuzluğu, kaygıyı köklü çözümlerle giderme iddiasıyla ve “düşman”a karşı tavizsiz kararlılığıyla radikaldir. Faşist hareket, öze-dönüşçü muhafazakâr ideallerini kurucu bir iradeyle, inşâcı bir hamaratlıkla, modern araçları ‘sonuna kadar’ kullanarak gerçekleştirmeyi hedefler; gelenekçi ya da ihyâcı değil, modernist enerjisi çok yüksek, sentetik bir muhafazakârlıktır - muhafazakâr-devrimcilik de denmiştir buna. Komünist devrim ihtimali karşısında oynadığı karşı-devrimci rolde vurguyu sadece “karşı” önekine koymamak gerekir - bu aynı zamanda karşı-devrimci bir roldür; faşist ideolojinin kendince bir “topyekûn düzen değişikliği” hedefi vardır, kurulu düzeni tutkuyla aşağılamak onun sürekli gıdasıdır. Yıkmak ve yozluklarından arınmış olarak ‘arı-duru’ yeniden kurmak ister. Nitekim faşist hareketlerin iktidara gelmesinden sonra, ‘devrimci’ idealleri temsil eden radikal kanadın tasfiye edilmesi, klasik bir örüntüdür. Bu aşamada faşist hareket önderliği, egemen sınıfların rızası ve desteği karşılığında, bünyesindeki bu kaotik ve anarşik unsurları ehlileştirmeye girişir.
Bu vesileyle şunu da kaydedelim: Faşizm, klasik örneklerinde, büyük sermaye tarafından mahsus yaratılmak bir yana, onun açısından birinci tercih değildir. Her şeyden önce, faşist hareketin ‘kaotik’, hesaplanamaz durumlar yaratmaya meyyalliği nedeniyle değildir. Kuşkusuz büyük sermaye faşist hareketi -esasen komünist tehdide karşı- ‘kullanışlı’ bulmuş, meşrû görmüş ancak başka seçenekler tükenene dek iktidarı ona emanet etmekten sakınmış; faşist rejim altında da sermayenin çıkarları ile ‘öz’-faşist talepler arasında bir pazarlık ve zaman zaman gerilim ilişkisi varlığını korumuştur. Burjuva ideolojisi, faşist iktidarla münasebetini, onu ‘ehlileştirme’ hesabıyla yürütmüş, sonradan da böyle meşrûlaştırmıştır. Gerçekten de faşizmin büyük sermayeyle uyumu, karşı-devrimci yanının törpülenmesiyle doğru orantılıdır.
Faşist hareketin radikalizminin ‘popüler’ belirtisi, şiddettir. Faşizm, şiddeti en ‘sahih’ araç olarak benimser: Şiddet, davaya/ülküye tavizsiz bağlılığın, davası/kendisi dışındaki dünyayı ‘yakmayı’ göze almanın ifadesidir. Şiddeti bir değer olarak içselleştirmenin devamında, savaş yüceltisi, doğanın ve insanlık tarihinin bir savaş olarak tasviri, militarizm, güce tapma vardır. Şiddet aynı zamanda, aşağıdakilerin, ezilenlerin burjuva-liberal ve aydınlanmacı-sosyalist kültür tarafından ‘bastırılan’ yalınlığını, “doğallığını” kışkırtmanın aracıdır: Şiddet, “lâf” yerine erkekçe eylem demektir ve “süslü sözler söyleyemeyen basit adamın içinden geldiği gibi dosdoğru davranmasını” yansıtır. Bu veçhesiyle, düşünceyi, ideolojiyi ikame edebilecek kırattadır. Faşizmin -proleterleşme sürecindeki yarı-entellektüel kadrolarının hıncından beslenen- yapısal bir özelliği olan anti-entellektüalizmi, fizikî şiddetinin yanısıra, aşağılayıcı, hakaretâmiz demagojik dilinde de kendini gösterir. Şiddet, en ‘sahih’ araç olmanın yanında, cemaat oluşturucu ve anlam dünyası kurucu bir mecradır aynı zamanda; törendir, bazen eğlentidir.
Faşist hareket, çok açık, erkek bir harekettir; diyebiliriz ki, modern zamanların, kadınları kamusal alandan püskürtmeye dönük en ateşli girişimidir. Bunu da yine modern biçimde ve faşist kitle seferberliğinin doğasına uygun olarak, anneliğe ve hizmetçi-olarak-eşliğe indirgenmiş bir kadınlığın propagandasına bizzat kadınları koşarak yapar. Faşist ideoloji, erkekliği yalınlık, arılık olarak, sınırları çizili “zırh”-benlik olarak kurar, kadınlığı ise kaypaklık, bulaşıklık, tekinsizlik olarak, akıcı, gevşek benlik olarak. (Ki bu tasavvurda entellektüellik de kadınsıdır.)
Faşist harekette aklîliğin yerini doğallığın, içten-gelenin, ‘dürtü’nün, argümanın yerini aşkın anlamı yansıtan simgenin alması, lider kültüyle tamamlanır. Lider, peygambersi bir öğreti ve politika adamı olmanın ötesinde, bizzat bir simgedir. Beri yandan, liderin ölçülemez, kıyaslanamaz otoritesinin yanısıra, faşist hareketlerde polikratik bir yapı görünür. Çok sayıda lider, alt-lider, özel yetkili, çok sayıda makam ve mevki, kendi kadroları ve bağlıları ile çok-merkezli bir iktidar yapısı oluştururlar. Bunlar arasındaki -liderin birbirine karşı oynayarak kendi gücünü de yeniden ürettiği- mücadele, faşist hareketin ‘dinamizmi’ açısından önemlidir, ancak hesaplanamazlığı, kaotikliği beslemek gibi bir yan tesiri vardır.
Faşist hareketin ve ideolojinin aslî nitelikteki karakter unsurlarına değinmiş olduk. Kâmilen faşist bir rejim ile faşist rejim unsurları arasındaki fark gibi, burada da kâmilen faşist bir hareket ile faşist hareket unsurları veya motifleri arasındaki farkı vurgulamalıyız. Faşist hareket, değindiğimiz bu unsurları, faşist bir doktrin çerçevesinde sıkı bir örgütsel bağla eklemler. Klasik faşizmin sosyalist hareketten ilhamla geliştirdiği, her alana, her kesime nüfuz eden bir örgütlenme tutkusu vardır; ‘kütleyi’ kavrayıp bir bedenin uzuvları gibi kontrol edecek bir örgütlenme, faşizmin radikal ve totaliter fantezisinin ürünüdür. Böyle bir örgütsel ve doktriner bütünlük içinde eklemlenmediğinde ise, faşizan hareketlerden ve ideolojik unsurlardan ya da yönelimlerden bahsedilebilir.
Sıradan faşizm Sıradan faşizm, faşizmin ele aldığımız ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının, doktriner bir çerçeveye oturmaksızın gündelik ideoloji içinde anlık veya sürekli olarak tezahür edişini, politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerde dışavurumunu anlatır. Sıradan faşizm, görece ‘masumâne’ biçimde gündelik ilişki örgüsünde, okulda, ergen-erkek âlemindeki ilişkilerde, işyerinde nüvelenebilir. Kalabalıkların “kütle” karakteri kazandığı ortamlarda, örneğin stadyumlarda, keza küçük grup dinamiğinin ‘çeteleşme’ ya da avcı güruhu karakterine büründüğü anlarda pıtrak verebilir. Medyanın olayları ve insanlık durumlarını çerçeveleme, sunma biçimlerinde kendini gösterebilir, ki sirayet gücü yüksek, dolayısıyla bilhassa tehlikeli bir mecradır bu.
Sıradan faşizmin kaynağı olarak, birçok düzeye atıf yapabiliriz: Haz potansiyelini baskılayan ve benliğin sınırlarını çizmesini önleyen (bireysel ve kurumsal) psişik süreçlere... Otoriter terbiye ve eğitim yapılarına... Sınıfsal ve toplumsal ayrışma mekanizmalarının yeniden ürettiği değersizleştirme ve dışlama mantığına... Metalaşma/yabancılaşmanın bireyleri atomize eden, tutunumsuzlaştıran, kaygıyı kronikleştiren etkilerine... Teknolojik (hele dijital-elektronik) imkânların, doğayı-toplumu-insanı matematik kesinlikle yönetmeye, düzenlemeye, tasnif etmeye dair kışkırttığı fantezilere... Kapitalist sistemde, piyasa toplumunda, modernizmde sıradan faşist ‘güdü’lerin üremesine dair kuramsal açıklamalar, illâ bu kavramı kullanmasalar ve bunda yoğunlaşmasalar da, 1940’ların ortalarında yapılan “otoriter kişilik” tetkiklerinden beri gittikçe zenginleşti - Marksizmle psikanalizin harmanlanmasının en yaratıcı olduğu izleklerden birisinin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kuramsal çalışmalardan da biliyoruz ki, bu çağda ve bu dünyada sıradan faşizm etmenlerinin kökü sağlam ve ‘verimlidir’.
Sıradan faşizm, etki alanının genişliğine mukabil ‘ele gelmez’dir. Çok durumda faili belirsiz veya anonimdir, savunusu yapılmaz - hattâ fark edilmez, normal sayılır. Oysa, ‘hakikî’ bir faşist hareketle bağlantılı olmasa da başlıbaşına vahim bir politik problemdir ve sıradan faşizmi üreten ‘normalliği’ değiştirmek, anti-faşist ezberin asla altından kalkamayacağı çok boyutlu ve uzun vâdeli bir mücadelenin konusu olmalıdır.
NEO-FAŞİZM 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da kurulan faşist partiler, “neo-faşist” sıfatıyla anıldılar. Bu partiler, 1980’lerin sonlarına gelene dek, bir ölçüde İtalya dışında, nostaljik nitelikli marjinal oluşumlardı. 1980’lerde, “merkez”e ait olduğu varsayılan ideolojik çizgiyle radikal ve muhafazakâr sağın malzemesini harmanlayarak hem sağcı bir hegemonya tesis eden hem de merkezi sağa doğru açan Yeni Sağ’ın peşinden; “neo” (yeni) sıfatını salt yeni kuşak partiler olmalarıyla değil gerçekten faşizmi yenilemeleriyle/modernleştirmeleriyle hakeden yeni-neo-faşist partilerin yükselişi geldi.
[3]Bu neo-faşist partilerin özellikle alt-orta sınıflardan ve işçi sınıfından buldukları desteğin temel âmili, refah şovenizmine eklemlenen yabancı düşmanlığıdır. Yeni-neo-faşist söylemde yabancılara dönük ırkçı aşağılama, onların işsizlik tehdidinin sebebi ve yerlilerin kaynaklarını kemiren asalaklar olarak takdim edilmesiyle popülerleşmiş, ayrıca “kültürel farklılık” vurgulanarak rafine edilmiştir. Bu, neo-faşizmin Batı’ya/Kuzey’e özgü veçhesidir.
Neo-faşizmin Batı/Kuzey-dışı dünyadaki hareketlerde de görülen, ‘evrensel’ denebilecek bir özelliği ise, neoliberal ilmihâli, verimlilik ve fayda söylemini benimseyerek, “rekabet gücü”nü bir mukaddes değer olarak tanıyarak, sosyal yükleri taşımak istemeyen yeni/modern orta sınıflara açılmalarıdır. Bu manevrayı, bu sınıfların tüketimci-zenginleşmeci ataklığını bir üstün kültürel kimlik modeliyle güzelleyerek ve bu kimliğin karşıtında bir yabancı-barbar imgesi kurarak yapar. (Göçmenler/yabancılar, hem işçilerin hıncının hem yeni orta sınıfların hırsının üzerine boca edilebileceği harikûlâde bir düşman imgesi olarak iş görürler.)
Yeni-neo-faşizmin eski-neo-faşizmi aşan ve post-faşizm teriminin türetilmesine cevaz veren asıl önemli farkı, programının ideolojik içeriğinden çok, söyleminde, örgütlenme ve eylem anlayışında beliriyor. Modernizmin hayatı karmaşıklaştıran, döngüsünü hızlandıran, fragmanlaşmayı arttıran ilerlemesi içinde, özellikle kamusallığın çoğullaştığı, politikanın medya-merkezli bir işleyişle idare tekniğine indirgenerek neredeyse ‘imkânsızlaştığı’ gidişine uyarlanarak, örgütlenmelerini ve söylemlerini ‘esnetiyorlar’. Doktrinin, programın, ideolojinin simgesel önemi de azaltılıyor, yerini aktüel çıkışlar ve ‘sahne performansı’ alıyor. Ritüeller, kültler, imaj oluşturma faaliyetinin gevşek dokusu içinde yumuşuyor. Topyekûn angajman isteyen sıkı örgüt yapıları, hareketin bekasını ve kontrolünü sağlayacak ölçekte kalırken; medyanın etkili kullanımına ve parti faaliyetlerine katılmayıp sadece oy verecek gevşek bir sempatizan ağının yaratılmasına ağırlık veriliyor. Böylelikle, başka kimlik aidiyetlerini de terk etmeden, sadece arada bir gösteriye katılma ya da oy verme zahmetine katlanan “haftasonu faşistleri”nin sayısı artıyor. Post-faşist akım içinde özellikle eski-neo-faşist damarın kabarık olduğu hareketlerde veya çeperdeki gençlik gruplarında sokak gücü ve örgütlü şiddet ‘anlamını’ koruyorsa da umumiyetle talileşmiş durumda.
Post-faşist gibi yeni bir sıfata başvurmayı gerektiren bir başka yenilik, yeni-neo-faşizmin rejimle, makro politikayla ilgili hedeflerinin muğlaklaşması, sınırlanması, karşı-devrimci karakterin sönükleşmesidir. Post-faşizmin topyekûn değişim iddia eden bir söylemi yoktur; mevcut düzenin çok da ileri gitmeyen bir revizyonuyla ‘yetinecektir’. Neo-faşist partilerin üst-orta sınıflara açılmasıyla doğrudan bağlantılı bir gelişmedir bu.
Post-faşizmin galiba en tehlikeli yanı, faşist hareketler ve ideoloji için bir potansiyel güç kaynağı olan sıradan faşizm etmenleriyle etkileşim kurmaya yetenekli oluşudur. Klasik faşizm, öncücü çizgisiyle, sıradan faşizm unsurlarını dönüştürmeye, işlemeye, örgütlemeye ihtiyaç duyardı. Post-faşizm, esnek ve popüler-medyatik bünyesiyle, sıradan faşizmin psişik, söylemsel ve eylemsel belirtileriyle titreşime geçebilir; onlara ‘ham’, kendiliğinden halleriyle, “bilinçlendirmeye” girişmeden seslenebilir ve onlardan yankı alabilir. Sıradan faşizmin fragmanter, dağınık, anlık dışavurumlarını stilize edip faşizan bir toplumsal-kültürel hegemonya istikametinde biriktirmeye dönük ‘sinsi’ bir stratejidir bu.
TÜRKİYE’DE FAŞİZM Türkiye’de faşizmin soldaki yerleşik kullanımının esasen hasımları/düşmanları damgalamaya dönük olduğunu biliyoruz. Bu işlevsellik içinde, faşistlik yaftası, belirli bir dozun ilerisinde düşmanlık duyulan her hasma takılabilir. 1970’lerde geçerlilik kazanan “sömürge tipi faşizm” kavramı, büyük ölçüde, söz konusu işlevsel kullanımı kolaylaştırmaya yaradı. Rejimi ve rejimden yana -sağ- politik konumları tümüyle ‘objektif olarak’ faşist olarak telâkki etmeye yaklaşan bir kavramlaştırmaydı bu. Öte yandan, halkın büyük çoğunluğunun bu faşizm ortamıyla ideolojik ve toplumsal-politik bağlarının pamuk ipliğine, esasen zora ve “beyin yıkamaya” bağlı olduğunu varsayıyordu. Faşist hareket de, kabaca, bu güçlü-ama-zayıf faşist baskı politikasının aleti olarak konumlanıyordu. Bu anti-faşizm, 1970’lerde açıkça kutuplaşmış bir politik zeminde, düzene ilişkin toplumsal hoşnutsuzlukları ve faşist hareketin somut tehdidinden duyulan tedirginlikleri bir tepkiye dönüştürerek solu yeniden-kurucu nitelikte bir ivme yaratan popüler dalganın önemli bir bileşeniydi - belki de en önemlisi. 70’lerin toplumsal-politik ‘uyanış’ koşullarında ve kutuplaşma zemininde, faşizm kavramının kullanımındaki muğlaklıklar ‘sorun’ teşkil etmedi. Ancak ‘80’lerden, hele 90’lardan sonra bu muğlaklık bir sorundur. “12 Eylül faşizmi”nden söz edilmişti, beri yandan bir “sivil faşist hareket” deyimi vardı ve bu “sivil faşizm” ile “resmî”si arasındaki münasebetin doğasına ilişkin söylenenler, çoğu kez gizemli komplo aritmetiğinden, beraberinde de patetik ve neredeyse kaderci bir “düşman kavi, talih zebun” yakarısından ibarettir. 1999 genel seçimlerinden sonra MHP’nin iktidar ortağı olmasından beri, bu muğlaklık artık ciddi bir sorundur. Alelacele “faşizm iktidarda!” tellalı çıkartıp “faşizmle mücadele” reçeteleri arasında debelendikten sonra hiçbir neticeye ulaşmadan behemahal unutulmaya terkedilişi, bu sorunun ağırlığını kanıtlıyor. En sık ve en galiz şekilde faşizmi telâffuz etmek, buradaki açığı kapatmıyor. Faşizmin hallerini ayırdetmek, bunların anlamı ve aralarındaki ilişki konusunda vuzuha kavuşmak gerekiyor. Aşağıda, şimdiye dek çizilen kavramsal çerçeve ışığında, bu açıklığı sağlamaya dönük bir deneme yapılacak.
Rejim Sözün özü: Türkiye’nin otoriter bir devlet rejimi var, bu rejim ideolojik ve yapısal açıdan totaliter unsurlar da içeriyor ve bu unsurlar, yer yer ve zaman zaman faşizan karakter arzediyorlar.
İdeolojik düzlemde faşist rejim unsurlarını koğuşturacağımız yer, milliyetçiliktir. Türkiye’de resmî ideolojinin omurgası, ‘sert dokusu’, her türlü lügâtçeyi ‘kendine benzeten’ grameri olan milliyetçilik, vatandaşlık bağı temelinde sivil-politik bir millet tanımıyla kültürel-etnisist bir öze göre tarif edilmiş özcü-fundamentalist bir millet tanımı arasında salınagelmiştir ve özcü-fundamentalist yöndeki -zaten ritmi belirleyici olan- salınımın artması oranında, faşizan bir tesir şiddetlenir. ‘Zevke göre’, ırkî, etnisist ya da tarihsel-kültürel kimlikle tarif edilen -ideolojik muhtevası muğlak- bu milliyetçilik yorumundan doğan faşist etki, ırkçı ayrımcılığa cevaz vermesinden çok, hayatın her alanında boğucu bir teftiş rüzgârı estirmesiyle ortaya çıkar. Millî eğitim, bu davranış alışkanlığını talim ettirerek kuşaktan kuşağa yeniden üretir - sadece bu faşizan ideolojik muhtevayı zerkederek, çocuk muhayyilesindeki iyi-kötü yarılmasını (1940’ların Türkçülüğünün şiarıyla) “her şey Türk’e göre, Türk için, Türk tarafından” saplantısıyla işleyerek değil; neredeyse ‘erotik’ bir hazla üstüne vardığı “genç dimağları” örnek bir “otoriter kişilik” kalıbına sokan terbiye anlayışıyla...
Resmî ideolojinin kutsal değeri olan devlet, mutlak-tinsel çağrışımları, adanmaya çağıran aşkın varlık iddiası, sorgulanamaz hikmeti ve ritüel performansı ile, faşist saiklere ilham veren bir külttür. Ancak resmî devlet anlayışı, kaynaklık ettiği, beslediği faşist ilhamı bozan ‘zayıflıklarla’ da malûldür: Bir devletli zümrenin varlığıyla ‘sınıfsal’ görünümlere de bürünebilen seçkinci yüzü, “devletimiz”e, faşizmin (seçkincilikle pekâlâ bağdaşan) organizmacılığına uymayan, coşumcu bir adanmadan, içinde erimeden çok hürmetkâr bir boyun eğişi telkin eden dışsal, ‘soğuk’ bir karakter verir.
Devlete ideolojik değer yanıyla değil de ‘aygıt’ yanıyla baktığımızda göreceğimiz faşist yapı unsurları da vardır. Hukuk Devleti ilkesini Devlet Hikmetine tabi kılan istisnai hal ve olağanüstü durum kapıları, Türkiye’de özellikle fazla ve özellikle aralıktır. Güvenlik güçlerinin keyfîlik sınırlarının genişliği ve özellikle son yirmi yıllık süreçte fiilî, ama yasal güvenceli infaz yetkisindeki artış, bu icraati politik ve millî bir misyonla meşrulaştıran ideolojiyle birlikte, devletin baskı aygıtına faşizan bir karakter kazandırır. Baskıyı ve terörü ‘halka maletmesi’, korku ve yılgıyla -zaman zaman ‘katılımcı’ bir mecraya akan- şiddet talebini meczetmesi oranında bu karakterin belirginleştiğini özellikle son on yılda gördük.
Türkiye’de faşist rejim unsurları, çoğu kez ideolojik bir yönelim sonucu olmaktan ziyade, 2. Dünya Savaşı sonrasında en ‘medenî’ rejimlerde de olduğu gibi, bir ‘idare tekniği’ olarak yerleşiktir. Bu unsurların görece bütünlüklü ve tutarlı bir biçimde eklemlendiği dönemlere dikkat çekebiliriz. Tek-Parti döneminin en ‘militan’ dönemine bugünden bakıldığında, faşist rejim unsurlarının belirgin olduğunu görürüz, nitekim faşist akımlardan ilham da alınmıştır. Ancak bu unsurlar, güçlü bir ‘sivil’ faşist hareketin ve totaliter bir toplumsal seferberliğe lâyıkıyla elverecek bir modernleşme düzeyinin yokluğunda, idare tekniği çerçevesinde yapısallaşarak, otoriter devlet söylemini ‘renklendirerek’ araçsallaştırılmışlardır. 12 Eylül askerî yönetimi, yine sivil bir titreşim tabanından yoksun olmakla beraber -zira faşist kitle dinamiğini onaylamamakla kalmaması, ‘yapması’, katılması gerekir- rejimin yapısal faşist unsurlarının istikrarlı bir yönetim ilkesi husule getirdiği bir kesittir. Bir de, 1992-95 dönemini unutmamak gerekir. Savaş atmosferinin hâkimiyetindeki bu dönemde olağanüstü hal yönetimi ve istisna tayin etme kudreti, polikratik bir yapı içinde genişledi. Toplumsal hayatın her alanını gözetim altına alan milliyetçi seferberlik içinde, katılım ve alkış, ‘resmen’ ve sivil aracılarla, 12 Eylül’le kıyas edilmeyecek bir dinamizmle tahrik ve teşvik edildi - ki özellikle buradaki dinamizm, 1991-sonrası rejimin faşizan karakterini belirler. Politik müzakere ve mücadele potansiyelini, esasen sadakat bildirimine hasredilmiş bir gösterisellikle felç eden bu ‘militan’ rıza üretimi tesisatının, Kürt Meselesi nispeten kontrol altına alındıktan sonra da, “28 Şubat Süreci”yle pekiştirildiğini söyleyebiliriz.
Tekrarlayalım: Bunlar, faşist rejim unsurlarının serpildiği tarihsel anlardır, kolayca topyekûn “faşizm” diye tanımlayabileceğimiz dönemler değil. Zaten faşist rejim unsurlarının idare tekniği çerçevesinde yapısallaşması, bu unsurların ve onların ‘parladığı’ faşizan momentlerin, bütünsel anlamda faşist bir rejim temeline oturmadan da veya bu yönde doğrusal bir evrimi ifade etmeden de, ‘nüksedebilmesi’, işlev görebilmesi demektir.
Faşist hareket
Türkiye’de bir toplumsal-politik hareket ve ideolojik akım olarak faşizmin mecrası, MHP’dir. Faşist fikriyatın ‘arı-duru’ haliyle tecelligâhı, 1930’ların/40’ların Türkçülüğüdür aslında; ‘eski’-Türkçülük, biyolojik ırkçılığıyla, dindışı milliyetçi mistisizmiyle, kahramanlık kültüyle, “sert disiplin” tutkusuyla, askerî-korporatist toplum tasavvuruyla, açıktan demokrasi karşıtı ve her nevi uzlaşmacı-pragmatist açılımı zûl addeden radikalizmiyle steril bir faşist ideolojidir. MHP’nin fikir ve kadro kökenini oluşturan bu aydın hareketinin eksiği, kitle dinamiğidir. CKMP/MHP’nin ve ülkücü hareketin tecrübesi ise, muhafazakâr ve merkez-sağ ideolojik ‘bulaşmalara’ ve klientalist-pragmatist ‘yozlaşmaya’ mukabil, faşist kitle dinamiğini içerir.
MHP, özellikle 1970’lerdeki eylemiyle, sol jargonda manâsı çok düşünülmeden kullanılan “sivil faşist” adlandırmasını hakeder: Bir faşist hareketin olmazsa olmaz niteliği olan sivil bağlara sahiptir. Piyasa ilişkilerinin yayılması, modern-kapitalist rasyonalitenin yaşam dünyalarına nüfuz etmesi, geleneksel örüntülerin gevşemesi karşısında iktisadî ve toplumsal tutunum kaybına uğrayan orta sınıfların duyduğu tedirginliği ajite edip, eski/taşralı-muhafazakârlığı radikalleştirip karşı-devrimci bir rotaya sokmuştur. Bildik dünyayı yitirmeyle, ‘yozlaşma’yla ilgili tehdit algısını, komünizm Şeytan’ıyla izah ederek, militan bir dirence dönüştürmüştür. Faşist hareket reaksiyonerdir; bu karşı-devrimci atak devrimci bir düzen değişikliği talebinin yükselmesine tepkidir; söz konusu tutunum kaybı ve tedirginlik, sol-devrimci dalganın, -zaten derindeki sebebi olduğu- ‘bozulmayı', ‘yozlaşmayı' uç noktasına vardıracağı kaygısıyla büyümüş, saldırganlaşmıştır. Faşist hareket, rüşdünü kazandığı 1970'lerde, kutsal Devletin ‘özüne' dönerek bünyedeki mikropları temizleyeceği ilâhî-toplumsal âhengi yeniden tesis edeceği bir karşı-düzen değişikliği tahayyülünü işlemiştir. “Kahrolsun düzen, yaşasın devlet” sloganı, bu tahayyülü özetler. Karşı-düzen değişikliği tahayyülü, faşist unsurları idare tekniğine eklemleyegelen Devlet Aklının ve egemen blokun, faşist kadro/kitle hareketini de bir kayıtdışı asayiş unsuru olarak araçsallaştıran bakışıyla örtüşmez. Bu yapısal bir çelişkidir: Kontrol altındaki faşist rejim unsurlarından farklı olarak, -sivil!- faşist hareket, karşı-devrimci hizmetine karşılık, düzenin yönetilebilirliğini zora sokan bir ‘anarşi' unsuru olmak gibi bir yan tesire sahiptir - ‘plebyen' enerjiyi ve vandalizmi tahrik etmesi de cabası. MHP ve ülkücü hareketin 70'lerdeki gelişme seyrinde tırmanan bu gerilim yükü, faşist önderlik tarafından stratejik olarak yönlendirilemeyince -yönlendirilemez hale gelince-, 12 Eylül 1980 askerî rejiminde boşalmıştır. Önce dışlanma ve düzen-karşıtı hoşnutsuzluğun bilenmesiyle tecrübe edilen bu sürecin nihâî vargısı, ehlileşme olmuştur. MHP'nin bugün vardığı noktada, karşı-düzen değişikliği tasarımı hareket içinde marjinalleşmiştir, ‘hareket' (yani “söz-değil-eylem” radikalizmi) partiye/reel politikaya kesinlikle tabidir, ideolojik-programatik iddialar vasatî sağ söylemle hemâhenktir, MHP radikal bir görüntü vermemeyi talim etmektedir. Karşı-devrimci bir söylemden ve tahayyülden uzaklığı, ‘yeni' MHP'nin faşistliğini ‘zedeleyen' aslî unsurdur, diyebiliriz.
Karşı-devrimci perspektifin eksikliğini, ilk elde, devrimci bir hareketin ve tahayülün eksikliğine yorabiliriz. Fakat bu açıklama, kapitalist hegemonyanın devrimci potansiyelleri de uyuşturan modern yapılanmasına bağlanarak derinleştirilmelidir. Bu yapılanmanın, faşizmin potansiyellerini de ‘ehlileştirdiğini', yukarıda neo-faşizm bahsinde ima etmiştik. Neo-faşizm, ya da post-faşizm, kapitalist sistem rasyonalitesiyle uyumlanabilir, sıradan faşizm unsurlarının fragmanter ve kendiliğinden belirişlerini politik getiriye tahvil eden bir mutasyondur. MHP de bu ‘çağdaş gelişme' içinde değerlendirilmelidir. Burada, eski-faşist unsurlar ve saiklerle neo-faşist (post-faşist) unsurların ve saiklerin eklemlenmesi bakımından bir gerilim yüküne dikkat etmek gerekir. Halihazırda rota, faşist rejim unsurları ile MHP'nin neo-faşist dinamiğinin uyumu ve “sivil” faşizmin de bir idare tekniği âleti olarak işlevselleşmesi istikametindedir. Düzen rasyonalitesi açısından emsalsiz olan bu ‘etkinlik/verimlilik' düzeyi, zaten ‘70'lerden beri global mukayese çerçevesinde özgün bir vaka olan Türk faşizminin politik teknolojiye (ve ‘literatüre') katkısı sayılmalıdır.
Bu rotadan iki sapma ihtimali olabilir. Bir: Faşist rejim unsurlarının idare tekniği çerçevesinde işlevselleştirilmesinin ötesinde, topyekûn faşist bir rejime geçilmesi - bu seçenek gerçekçi ve sistem rasyonalitesi açısından anlamlı olmadığı gibi, faşist irrasyonalite içinde bile rasyonel bulunmayabilecektir. İki: Eski-faşist damarın neo-faşist eklemlenmeyi ‘içine sindiremeyerek' başkaldırması - başarısızlık (iktidardan düşmek ve iktidar partisi olma perspektifini yitirmek) halinde bu yönde komplikasyonlar çıkabilir, ancak büyük çaplı bir isyan veya kopuş muhtemel görünmüyor. Öte yandan eski-faşist damarda birbirine karışan alt-orta sınıf muhafazakârlığı ile lümpen-proleter reaksiyonerliğinin, neo-faşist açılımın kentli-medyatik ‘esnekliğiyle' nasıl telif edileceği de ciddi bir sorundur.
MHP ve ülkücü harekette, neoliberal ve vasatî sağ çizgiye yaklaşan ideolojik söylemden de, reel politik pragmatizme ayak uyduran politik üslûptan da daha ‘dayanıklı' olan faşist yapı unsuru, kitle ve kadro dinamiğidir. Şiddet ve terör/yıldırı pratiği, faşist hareketlerin kadro (daha çok ara-kadro) çekirdeğinin teşekkül etmesinde kilit önem taşıyan, cemaat-oluşturucu bir pratiktir. Türkiye'de de ülkücü/MHP'li kadroların asabiyyesi, bu mâhiyetteki -’70'lerde yaygın ölüm/öldürme tecrübesine bağlı olmuş olan- kader ortaklığı ve cemaat bağının güçlü etkisini taşır. Kadro devşirmekte bir cazibe unsuru olan bu ilişki ağı ve ‘sosyalleşme' örüntüsü, özellikle son yirmi yılda büyük ekonomik kaynaklara ve iktidar mihraklarına erişen klientalist bir mekanizmayla ‘zenginleşti', bir bakıma ‘yozlaştı'. İktidar imkânları, -hem teşbih hem düz anlamıyla- ‘zenginleşmeyi' ve ‘yozlaşmayı' arttırmaktadır. Bu ‘yozlaşma', ideolojik-programatik bakımdan bütüncül bir faşist yönelimden ('ereksellikten') uzaklaştırır; ancak diğer yandan, güç gösterisiyle yıldırmaya dayalı bir ‘ereksellik' taşıdıkları ölçüde (yalın şiddet -bir tehdit olarak hep varkalmakla beraber- talîleşip daha ‘stilize' ve ‘steril' biçimlere bürünse de), burada faşist bir nüve, bir ‘eylem ilkesi' saklıdır. O nüve, bir güç ve şiddet ‘vaadi' olarak, kütle/'güruh'-insanlarının kendi yıkıcı güdülerine duydukları hayranlığı tavda tutmakla, faşist kitle dinamiğini yeniden üretmeye de yarar.
Sınıfsal eşitsizlikler katmerlenirken, hızlı ve güvencesiz bir değişim içinde hem geleneksel ilişki örüntülerinin hem ‘eski'-modern örgütsel bağların çözülmesiyle atomize olan kitleler, ‘anonim' kimlikleriyle, faşizan bir tepkiselliğe yatkın haldeler. Bütün partilerden, politikadan bıktığını haykıran, sorunları ‘kesip-atarak' halledecek bir kurtarıcı irade özleyen ‘sokaktaki insan' figürü, bu potansiyelin özetidir. Faşist hareket, örgütsel yeteneğiyle, gösterisel-sembolik performansıyla, o anonim tepkileri ‘temsil etmeyi' başarıyor. Bu temsiliyetin anonim ve sembolik bir tepkisellik çerçevesinde kalması, belirli toplumsal taleplerin gerçekleşmesi yönünde bir ısrara dönüşmemesi, statüko açısından istenir bir haldir, yönetebilir/yönetilebilir vasfıyla itimat telkin etmek isteyen MHP açısından da münasiptir. Bütünlüklü, sürekliliği olan bir toplumsal-politik hedef doğrultusunda değil de vesileler üzerine zaman zaman ‘reaksiyon' ortaya koyan, böylece kendi hoşnutsuzluklarını/tedirginliklerini yatıştıran, telâfi eden bir faşizan kitle ruhu, bugün Türkiye'de rejimle/egemen blokla MHP'nin ortak velînimetidir. Kürt Meselesinde, MHP'nin faşizan kitle dinamiğini ‘ölçülü' bir şekilde güdüp yöneten çizgisi, bu bakımdan hazırlayıcı bir sınav olmuştu: Asimilasyonist iddiadan feragat etmek istemeyen kültürel ırkçılık, kitlesel kırım tehdidini sürekli alesta tutan ama o noktaya varmayan ‘düşük yoğunluklu' linç saldırıları... 28 Şubat Süreciyle bir restorasyon geçiren millî güvenlik rejimi, faşist kitle dinamiğini ‘kontrollü' bir şekilde seferber ettiği ve manipülasyon imkânlarını tekelleştirmeye kalkmadığı müddetçe MHP'den razıdır.
Sıradan faşizm Rejimin faşist unsurları idare tekniği çerçevesinde eklemlemesi ile faşist hareketin ‘modernleşmesi' arasındaki simbiyotik uyumdan bahsettik. Bu simbiyozun gıdası, hal ve davranış kalıbı olarak, ‘eylem ilkesi' olarak yaygınlaşan sıradan faşizmdir.
Sıradan faşizmin sosyo-psikolojik dinamiğini ve yakın dönem Türkiyesi'ndeki gelişme seyrini tasvir etmek, bu yazının ‘makro' ve yüzeysel çerçevesini aşıyor. 12 Eylül askerî rejimi ve neo-(muhafazakâr-) liberal Özal yönetimi altında depolitizasyona uğrayan, piyasa toplumuna dönüşme istikametindeki ‘dinamizmine' yerleşik informel yapıların bile ayak uyduramadığı bu memleketin, 1970'lerde Latin Amerika hakkında geliştirilen “lumpen gelişme-lumpen burjuvazi” tezlerini akla getirdiğini söyleyebiliyoruz. Sınıfsal ayrışmalar, eşitsizlikler misliyle büyüyor ve büyük ölçüde kayıtdışı, örgütsüz, kurumsuz, kuralsız bir ortamda büyüyor. “Deklase” kitleler (örgütlü-kurumsal, düzenlenmiş bir sınıfsal çatışma şebekesinin dışında kalan alt sınıflar), marjinal değil, başka tür bir ‘sessiz çoğunluk' konumundalar. Ayağının altındaki zemin sürekli kayan “küçük adam”ın hezeyanlarını, yıkıcı güdülerini ‘açığa çıkartan' tipik bir “kütle toplumu” manzarasıdır bu - “medya toplumu” olmak da buna bağlıdır. Kütle/medya toplumu, faşizme amâde güdüleri/tepkileri, faşist bir ideolojik bütüne oturmaları, örgütlenmeleri, politik ifadeye kavuşmaları gerekmeden ‘tahrik eden' bir vasattır.
“Medya toplumu” olmayla, toplum tahayyülünün esasen medyayla dolayımlandığı, etkin olmanın medyada görünmeye koşullandığı, birçok zaman seyretme ediminin ‘katılımı', insanî-toplumsal faaliyeti ikame ettiği bir durum tarif etmeye çalışılıyor. Medya, kütleleşmeyi/anonimleşmeyi formatlayan, bakiye veya mutasavver kimlikler ve bağlarla toplumsal anonimlik arasında imajiner bağıntı sağlayan bir rol üstlendi. Toplumsal çözülme koşullarında vaadleri ve gündem tayin gücüyle yüklendiği bu ‘aşırı'-işlevle medyanın, “
Tamer Çilingir
Cumhuriyetin kuruluşu Rumların sadece Pontos’tan değil, tüm Küçük Asya’da katliamlarla öldürülmeleri ve oradan sürgün edilmelerinin tamamlanması ardından gerçekleşir. İttihat ve Terakki’nin 1910’lardan beri planı, öncelikle Hristiyanların bu coğrafyadan silinmesi ve Sünni Müslüman inancıyla Türk milli kimliği taşıyan yeni bir devletin kurulmasıdır.
TOLGA GÜNEY yazdı: Oysa Türkiye'de cumhuriyetin demokrasi ile özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya hep düşüldü. Cumhuriyet varsa demokrasinin de doğalında olması gerektiğini varsaydık. Demokrasiyi 5 yılda bir kullandığımız oylarla sağladığımızı düşündük. Son yıllardaki "sandığın değişim getirmeyeceği" söylemleri ise bizi "umutsuzluğa" düşürdü. Fakat sandığın hiçbir zaman demokrasi getirmediğini görmedik.
“Cumhuriyet 101’inci yaşına giriyor. Artık koca bir ihtiyar olan cumhuriyet, son 22 yıllık dönemle birlikte sistemsel hatalar veriyor, orasından burasından yapılan yamalar da tutmuyor” ve “Yeni Anayasa tartışmaları, dokunulmaz maddelere dokunulması, Kürt sorunu, Yeni-Osmanlıcılık hayallerinin Türkiye’yi Ortadoğu’da içine çektiği bataklık, ihtiyar cumhuriyeti de bir çıkmaza soktu” gibi söylemler muhalif basında sıkça yer alıyor.
Fakat cumhuriyet gençlik zamanlarında nasıldı? Sürekli “demokrasi” ile özdeşleştirilen cumhuriyet gerçekten de demokratik miydi? Yoksa son 22 yılda mı demokrasiden çıkıldı. Kavramlara yüklediğimiz anlamlar ile onların pratikteki karşılığı birbiri ile örtüşüyor mu? Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto kitabında cumhuriyeti anlatırken, kavramların içinin boşaltılarak bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını vurguluyor. Bunun bir “bilinç köreltme” olduğuna dikkati çekiyor ve “Türkiye’deki rejime 1923’ten beri cumhuriyet deniyor ama bu zaman zarfında adından başka ‘gerçek’ cumhuriyetle pek ilgisi olmadı. Zira o tarihte sadece rejimin adı değiştirilmişti. Anayasaya, resmi binaların ön cephesine, resmi kağıtlara, sınır kapılarına cumhuriyet yazıldı diye oradaki rejimin cumhuriyet olması gerekmiyor” (1) diyor.
Müslüman-Türk devlet geleneği
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş bir bakıma monarşiden cumhuriyete basit bir geçişken, yeni ülkede de Osmanlı’nın izleri devam etti.
“Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ‘kutsal’ sayılırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun budanmış, ufalmış doğrudan devamı olan Cumhuriyet döneminde de devlet kutsal sayılmaya devam etti. Oysa devletin kutsal sayıldığı yerde, cumhuriyetten söz etmek abesle iştigaldir. 1923’te devlet kurulmadı, devlet olduğu yerde duruyordu. Sadece devletin adı değiştirildi. Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilanı da bildik bir hükümet darbesinin sonucuydu.” (2)
Zaten ne kadar farklı olması beklenebilirdi. Abdülhamit ile başlayan İttihat ve Terakki ile devam eden ve 1923’te neredeyse tamamlanan Hristiyan azınlıklardan kurtulma projesi yeni cumhuriyetin de kuruluş kodlarından oldu. Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabında bu projenin uygulanmasında Müslüman merkez ile Müslüman taşranın ortaklığını vurgularken, “Birliğin ortak düşüncesi ve duygusu İslam, amacı ise Yunanları/Rumları, ve Ermenileri Anadolu’dan atmaktı” (3) diyerek ikisi arasında bir birlik kurulduğunu anlatıyor. 1913-1923 arası Müslümanlık Sözleşmesi (sermayenin Müslümanlaştırılması) 1923 sonrası ise günümüzde de süren Türklük Sözleşmesi Barış Ünlü’nün de vurguladığı gibi ülkenin kurucu sözleşmeleri oldu. 1923 sonrasında da Anadolu ve Pontos’ta Rumların Yunanistan’a zorunlu göçü, Trakya Yahudilerine uygulanan pogrom, 6-7 Eylül Pogromu, Gazi, Maraş, Çorum, Madımak gibi toplu katliamlar ya da Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi katliamı gibi cinayetler devam etti.
Cumhuriyet tarihi: Darbeler tarihi
Tek dil, tek din, tek mezhep, tek ırk hatta son 10 yıllık süreçte tek partiye dönüşen bir anlayışa dayalı cumhuriyetin ne kadar demokratik olduğunu söyleyebiliriz? Buna kendileri bile inanmamış olacaklar ki demoklesin kılıcı 1960 ve 1980 askeri darbeleri ile 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 muhtıraları olarak sivil siyaset üzerinde sürekli olarak sallanıp durdu. Darbeler sonrasında siyasi partiler, sendikalar, dernekler, gazeteler kapatıldı, onlarca kişi idam edildi, cezaevlerinde öldürüldü, binler tutuklandı, on binler ise ‘aylarca’ gözaltında kaldı, seçimler ertelendi, şaibeli referandumlar yapıldı. Cumhuriyete sahip olmanın illa da demokratik bir ülkeye sahip olmak anlamına gelmediğini her on yılda bir yaşanan darbeler, pogromlar, siyasi cinayet ve linçlerde bizzat yaşadık. Başkaya bunu “İşte bir devlet tarafından verilmiş bir nüfus cüzdanına sahip olmak, 4-5 yıl arayla önüne konan sandığa oy atmakla yurttaş olunmaz. Zira birtakım hakların tanınması, pratik yaşamda o hakların reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki kazanılmamış haklar, verilmiş haklar her zaman kolaylıkla geri alınabilir” (4) diyerek özetledi.
‘Özgür yurttaş’ aldatmacası
Sivil siyasetin ne kadar demokratik zeminler üzerine kurulduğu ise Susurluk’ta yaşanan “kaza”da ortaya çıktı. 3 Kasım 1996’da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa kara yolunda Susurluk ilçesinde yaşanan trafik kazası, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya çıkması ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarından biri oldu. Kazada arabada olan DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulurken, İstanbul Kemalettin Eröge Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, “Mehmet Özbay” sahte kimlikli mafya lideri Abdullah Çatlı ile Gonca Us öldü.
Askeri darbeye bile ihtiyaç kalmadan askeri kamuflajlarla poz veren başbakanlar, adı sık sık faili meçhul cinayetlerle anılan bakanlar, son olarak gelinen aşamada tüm erklerin tek adamda toplandığı bir rejimin kurulduğu bir “sivil” siyaset gördük. Oysa Türkiye’de cumhuriyetin demokrasi ile özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya hep düşüldü. Cumhuriyet varsa demokrasinin de doğalında olması gerektiğini varsaydık. Demokrasiyi 5 yılda bir kullandığımız oylarla sağladığımızı düşündük. Son yıllardaki “sandığın değişim getirmeyeceği” söylemleri ise bizi “umutsuzluğa” düşürdü. Fakat sandığın hiçbir zaman demokrasi getirmediğini görmedik. Çünkü “bir kavram olarak cumhuriyet, insanı olduğu gibi değil, yaptığı şeyler temelinde dolayısıyla da öznelliği çerçevesinde ele alan bir düzendir” (5) gerçeğini hiç bilmedik. Yurttaşlarını özne yapması gereken cumhuriyet, Osmanlı’dan aldığı mirasla yurttaşa tebaa olarak bakmaya, onu nesneleştirmeye devam etti. Cumhuriyetin temel ilkelerinden olduğu söylenen “özgür yurttaş” ne zaman işverenden hakkını istese, ne zaman öldürülen kadınlar için sokağa çıksa, ne zaman köyünün maden veya enerji şirketi tarafından talan edilmesine karşı çıksa, karşısında cumhuriyetin asker ya da polisini buldu.
Yüzleri ‘kızarmadı’
Peru Sağlık ve Dışişleri Bakanlarının halktan önce covid aşısı olduğu için istifa etmesini, Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikaları Bakanı’nın görevliler tarafından bir yolcunun denize atılması sonrası istifa etmesini, Japonya’da 4 bakanın bağış toplama etkinliklerinden elde edilen geliri tam olarak bildirmediği için istifa ettiğini, İtalya Kültür Bakanı’nın sevgilisini danışman yaptığı için istifa ettiğini, İngiltere İnsan Hakları ve Anayasadan Sorumlu Adalet Bakan Yardımcısının, covid yasaklarını delerek evinde parti düzenlemesi sonrası istifa etmesini, yine Peru’da 6 bakanın lüks saatler kullandığına ilişkin çıkan haberler sonrası istifa etmesi ve buna benzer onlarca haberi okurken bunlar bize hep “ilginç” geldi. Çünkü biz bunlara alışık değildik, Türkiye’de Susurluk sonrası bile istifa yaşanmadı. Sokaklara çıkıp “Hükümet istifa” derken bile bunun gerçekleşmeyeceğini, çünkü evinde ayakkabı kutularında paralar bulunan bakanların da, yeni doğan bebeklerin yoğun bakımda katledilmesi sonrası mevcut Sağlık Bakanı’nın da istifa etmediğini biliyoruz.
Susurluk’ta sıradan yurttaşların bilmediği, devletin mafya ile bu kadar iç içe olduğu gerçeği ortaya çıkmış, toplumda şok yaratmıştı. Sonraki süreçte ise bu ilişki adeta doğallaştı. İktidar ortağının cezaevinden çıkan mafya liderleri ile poz vermesinin ötesinde, Türkiye’nin Balkan mafya baronlarının üssü haline geldiği, birçoğuna vatandaşlık dahi verildiği ortaya çıktı. Fakat mafya ile siyasetin alenen iç içe geçtiği bu süreçte de istifa hiç beklenemezdi.
Gereken şey: Demokratik bir cumhuriyet
Şimdi oturup düşünmemiz gereken, cumhuriyetin demokrasi ile nasıl buluşturulacağı olmalı. Tekçi anlayışı reddeden, geçmişle yüzleşen, üzerine kurulmuş olduğu Türklük Sözleşmesi’ni reddeden yeni bir cumhuriyeti tartışmalıyız. Bu cumhuriyetin mutlaka çoğulcu, demokratik, özgürlükçü, doğadan yana olması gerektiğini unutmayalım.
KAYNAKÇA
1 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217
2 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217-218
3 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, sf. 149
4 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 220
5 Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, s. 25
Başlarda dinler, insanların birkaç koyun ya da birkaç altın çalmasını engellemiş olabilir. Fakat öyle bir zaman gelecektir ki yüz binlerce insan, bu dinler yüzünden birbirinin boğazını kesecektir.
David Hume
Max Stırner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası” raflarda
Güney Çeğin’in derlediği Max Stiner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası, Livera Yayınları tarafından yayımlandı.
Felsefe tarihinin sürgünleri arasında hiç şüphesiz Max Stiner’in özel bir yeri vardır. Türkçe literatürün aşikâr noksanlığı, bu tuhaf filozofa ilişkin karartı ve tahrifatın belirgin yoğunluğu ve hem sol düşüncenin hem de felsefe tarihinin müdavimleri tarafından neredeyse bilinçli olarak oluşturulmuş sayısız önyargı göz önüne alındığında; Stirner adı etrafındaki kulak tırmalayıcı suskunluk sarmalını kırmak neredeyse imkânsız görünür.
‘Anarşist Tahayyül’ dizisinin üçüncü kitabı olan Max Stirner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası, büyük ölçüde yurtdışında Stirner üzerine çalışan önde gelen akademisyenlerle işbirliği içerisinde oluşturulmuş özgün bir derleme olarak, hem bu sessizlikte bir gedik açmak hem de Stirner’e dair kemikleşmiş önyargıları üretken bir tarzda yapı bozuma uğratmak amacıyla hazırlanmıştır.
Stirner’in Marx eleştirinden, onun diğer anarşist düşünürlerle olan çok katmanlı diyaloğuna dek uzanan; düşünürün çağdaş postyapısalcı itirazlara olan etkilerinin yanı sıra, isyan, devrim, öznellik gibi kavramların etrafında dönen teorik tartışmalara ilişkin olası katkılarına odaklanan çeşitli yazılardan oluşan bu derleme en temelde tek ve çok önemli bir işlevi yerine getirmeyi ummaktadır: Düşünceyi yoksullaştıran çerçevenin dışına çıkmak; Stirner’i yeniden, bu kez tüm görkemi ve zenginliği içerisinde düşünecek düşünceyi kışkırtmak. https://www.edebiyathaber.net/max-stirner-radikal-bir-dusunurun-kayip-mirasi-raflarda/
Kemalist propagandaya göre “Milli Mücadele” en başından beri mağdur ve mazlum Türk milleti tarafından emperyalizme karşı verilmişti. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu mücadelenin liderleri “Batılı” ve “aydın” insanlardı, “karanlığa” ve “İslamcı gericiliğe” karşı ayağa kalkmış, daha ilk andan itibaren “aydınlık” bir cumhuriyetin kurulmasını hedeflemişlerdi. Yaptıkları her şey iyi, doğru ve güzeldi; bunların sorgulanması teklif dahi edilemezdi. 30 Ağustos da kurtuluşun son mühürlerinden biriydi. Bu kuruluş mitosu, bugün hem Kemalistler hem de kendisini sosyalist solda gören bazı çevreler arasında yaygın olarak kabul görüyor.
Kemalizm nedir?
Kemalizm, cumhuriyetin kurucu ideolojisine verilen isim. Cumhuriyeti kuranlar, aslında neredeyse tümüyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kadrolarıydı. İTC, 1908’de tarihe “II. Meşrutiyet’in ilanı” olarak geçen, gerçekte kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğinin önündeki son feodal engel olan Saray’ı alaşağı eden burjuva devrimini gerçekleştiren örgütlerden biriydi. Sivil ve askeri bürokrasi ile Müslüman ticaret burjuvazisini temsil eden İTC, devrimden birkaç yıl sonra Saray’ı devirmekte işbirliği yaptığı Ermeni ve Rum örgütlerine ihanet etti, ordudaki gücünü kullanarak darbeyle iktidarı ele geçirdi, İkinci Meşrutiyet’in demokratik kazanımlarının neredeyse tümünü rafa kaldıran bir tek parti diktatörlüğü kurdu ve Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet kurmak için harekete geçti. Bu hedefin önünde engel olarak gördüğü Ermeni ve Rum halklarını Birinci Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerinde soykırımlarla ortadan kaldırmaktan çekinmedi.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlanması üzerine, İTC liderleri başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelere kaçtı. Osmanlı topraklarında kalan İTC üyeleri ise Mustafa Kemal etrafında birleşerek ve Avrupa’da ortaya çıkan devrimci durumun yarattığı konjonktürden faydalanarak ulus-devlet projesini tamamladı ve cumhuriyeti kurdu. Buna göre Kemalizm, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin takipçisi, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan halkların katlinden ve servetlerinin Müslümanlara transferinden sorumlu, Kürtler başta olmak üzere halkların varlığını inkâr eden, Batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi öngördüğü için tepeden inme reformlarla toplum mühendisliği yapan, mevcut dindarlığı “modern” burjuva devleti için tehlike olarak görerek dini kendi kontrol ve tekeline alan, askeri-sivil bürokrasiyi egemen sınıfın bir parçası olarak siyasetin merkezine koyan, işçi sınıfını akla gelebilecek her şekilde ezen bir burjuva ideolojisi. İktidara gelen partilerin niteliğine göre bazı özelliklerini öne çıkartıp bazılarını arka plana atarak, varlığını 100 yıldır sürdürüyor.
Bir kısım “sol” neden 30 Ağustos kutluyor?
Cumhuriyetin kuruluş döneminde Kemalistler kendilerini hiçbir zaman siyasi yelpazenin solunda görmedi, aksine filizlenmekte olan işçi hareketlerini, kadın hareketini, her türlü toplumsal muhalefeti şiddetle bastırmaktan bir an bile çekinmedi. Kendilerini komünist olarak tanımlayan birçok kişiyi ağır hapis ve sürgün cezalarına çarptırdı.
Peki, nasıl oluyor da bugün kendilerini siyasi yelpazenin solunda gören birçok örgüt, dernek, parti, Kemalizmin önemli günlerini kutlama derdinde? Özellikle 19 Mayıs ve 30 Ağustos gibi günler, neden bu kadar iştahla sahipleniliyor?
Bunun en önemli sebebi, ideolojilerinin merkezine antikapitalizmi değil de antiemperyalizmi koyan, yani, kendi egemen sınıfının safında yer tutan milliyetçi solcuların, Kemalizmin de antiemperyalist bir savaş verdiğini ve bu savaştan küresel emperyalizme büyük bir darbe indirerek çıktığına inanmış olmaları. Öyle ya, kurucu mitosa göre Kemalizmin zaferi tüm mazlum milletler için ilham kaynağı olmuş, dünyanın her yerindeki ulusal kurtuluş hareketleri kendilerine “Milli Mücadele”yi örnek almıştı!
Oysa “Kurtuluş Savaşı” olarak da adlandırılan bu dönemde “yedi düvel” olarak adlandırılan büyük emperyalist devletlerle yaşanan tek bir çatışma bile yok gibidir. Olanların önemli bir kısmı resmi tarihte “iç isyanlar” olarak anlatılan, gerçekte İttihat ve Terakki’nin ardılları arasında yaşanan bir tür iç savaş halinin bir parçasıdır. Bunların arasından liderliğini Mustafa Kemal’in yaptığı Kuvayi Milliye grubu üstün gelmiş; sonradan Kemalistler olarak adlandırılacak olan bu grup bir yandan rakiplerini ortadan kaldırırken, öte yandan Pontos bölgesinde etnik temizlik yapmış, Birinci Dünya Savaşı’nda katledilen ve kovulan Ermeni ve Rumlardan hayatta kalabilenlerin geri dönme ihtimaline karşı askeri ve siyasi tedbirler almıştı. Bütün bunları yaparken emperyalist güçlerle çeşitli anlaşmalar imzalayarak uzlaşı zemini yakalamış, 30 Ağustos’ta da geri çekilen Yunan ordusunu kovalama bahanesiyle Ege’nin yerli Rumlarını denize dökmüştü. Kısacası, “Milli Mücadele” antiemperyalist olmaktan ziyade emperyalizmle anlaşmaya varılarak ulus-devletin kurulma hedefinin bir aşamasıydı.
Dünyayı sınıflar savaşı üzerinden değil de “medeniyetler çatışması” üzerinden okuyan “solcular” ise Batı kapitalizmine kendisini ispat etmek için yaptığı tepeden inme bazı reformlara dayanarak Kemalizme ilericilik atfediyor, Kemalizmin ırkçı, milliyetçi, tekçi, sağcı politikalarına karşı çıkmayı çağdışılık, yobazlık, gericilik olarak yaftalıyor. Başı açık olmayı “ilericilik”, başı kapalı olmayı ise “gericilik” olarak damgalarken, başını kapatmayı tercih eden milyonlarca kadına karşı nefret suçu işlediklerini ve bu yöntemle yeni bir dünya kurmayı bir yana bırakalım, bu dünyanın yanına bile yaklaşamayacaklarını, hatta, tam aksi tarafında durduklarını belirtmek lazım.
Sosyalistler ne yapmalı?
“Milli Mücadele” dönemi ve Kemalist kuruluş miti, ta çok küçük yaşlardan itibaren gerek aile içinde gerekse her kademe okulda çocukların kafasına kazındığı için hâlâ toplum üzerinde güçlü bir etkiye sahip. Bütün yabancı devletlerin gece gündüz demeden Türkiye’yi yok etmeye çalıştıklarına inanan, bu yüzden de hükümetlerin zenofobik söylemlerin ardına saklanarak uyguladıkları baskı/sömürü politikalarına onay verenlerin sayısı çok fazla. Neredeyse her türden hak arama mücadelesi, Kürtler, LGBTİ+’lar, feministler, dış mihrakların ve hatta emperyalizmin maşası olmakla yaftalanıp şeytanlaştırılıyor, o eski korku daima canlı tutulup tek kurtuluş yolunun “Atatürkçülük” adı altında ırkçı, milliyetçi, işçi düşmanı, kadın ve LGBTİ+ düşmanı, zenofobik politikalara biat etmek olduğu dayatılıyor.
Marksistlerin bu konuda yapması gereken egemen sınıfla bir olup bu politikalara biat etmek değil, aksine “Milli Mücadele” ve Kemalist kurucu mitolojisiyle ilgili yalanları her zaman teşhir etmek, işçi sınıfını kıskıvrak bağlayarak devrime ve sosyalizme doğru yürümesini engelleyen ırkçı, milliyetçi, fobik zincirin halkalarını gevşetmeye çalışmak olmalıdır. Bu 30 Ağustos da bunun için iyi bir başlangıç olabilir.
Atilla Dirim
(Sosyalist İşçi)
"Bir gerçeği gizlemenin yollarından biri, onun etrafında yüksek toz bulutları ortaya çıkartmaktır. Saray basını da dâhil, tüm burjuva basın, işte bu işi yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de son derece başarılı bir operasyon yürütüyorlar. Operasyonun amacı, gerçeği ortaya çıkartmak değil, gerçeği örtmektir. Ortaya çıkan silahlar, bir anda ortadan toz oldular. Şimdi, bu silahların aslında hiç olmadığını iddia etseler, söyleyecek ne var ki? Öyle büyük bir yalan makinası devrededir ki, gerçek, adeta yalanmış gibi görünmektedir."
Öyle görünüyor ki, Saray medyası ile, CHP medyası hep birlikte, her saat, her an, her fırsatta, Narin dosyası üzerine çalışıyor. Sanırım, bizim ülkemizdeki medya tarihinde, hiç bu denli bir çalışma ortaya koymamışlardır. Hepsi, olaya öyle sarıldılar ki, bu medyayı tanıyan herkes, aklına şu soruyu getirmiş olmalıdır: Acaba ne saklıyorlar?
Birçok dava dosyası, yargılanan kişilerin avukatlarına bile kapalı iken, kişiler ne ile suçlandıklarını dahi öğrenemezken, Narin cinayetinde, dosyadaki her gelişme, anında, herkesin bilgisine sunuluyor.
Bu “büyük hizmet” aslında şüphe uyandırıcıdır. Eğer siz, şüphe etmiyorsanız, muhtemelen bu devleti tanımıyorsunuzdur.
Bu denli bilgi verilmesi, bu denli bilginin ortada dolaşması, sanki olayı açıklamak değil de, olayı çözülmez hâle getirmek için yapılıyor. Ve bundan hiç kuşkunuz olmasın. TC devletinin muhalif ve Saraylı basını, hep birlikte, bir şeyi gizlemek için, olayı aydınlatmış gibi yapıyorlar. O kadar ki, TV kanalları karşısında seyreden bir kişi, bir yandan üzüntü ile, diğer yandan da verilen bilgilerle her gün olayın vahametine şaşırıyor. Bir anneyi, bir babayı vb. suçlu buluyor. Ertesi gün başka birisi suçlu gibi görünüyor.
Müthiş bir operasyondur bu.
Operasyon, birçok şeyi hedefliyor. Ama, biz annelerin umduğu gibi, asla olayın çözülmesini hedeflemiyor.
Operasyon başarılıdır, çünkü olayın ardındaki gerçeği saklamayı, karanlıkta bırakmayı başarıyor.
Herkes dedektif olmuş, olayı, devletin verdiği bilgiler ve yönlendirmeler ışığında, bir “reality show” tarzında dedikodularla çözmeye çalışıyor. Her tarafta, pespaye dedektifler ortaya çıkıyor. En çok da medyada.
Biz, Saray basını diyoruz. İçinde, Hürriyet’i, Milliyet’i, Akşam’ı, Sabah’ı, Yeni Şafak’ı vb. var. Bunların TV kanalları da. Saymadıklarımız eminim vardır. Tümüne Saray basını diyoruz. Saray’ın propaganda araçlarıdırlar ve görevleri karanlık üretmektir. Karanlık, gerçeğin gün yüzüne çıkmasını önlemek içindir.
Ancak, bu kadarla sınırlı değil. Uluslararası sermayeye bağlı ya da “ulusal” basının tümü, neredeyse tümü, bu olayda, karanlık üretmek için her yola başvurmaktadırlar.
İzninizle, CHP basınının, Saray’ın, ikinci derece basını olduğunu söylemek gerektiğini düşünüyorum. Elbette, Sözcü, Cumhuriyet, Yanardağ TV ve Halk TV bunların arasındadır, biri biraz fazla, diğeri biraz eksik olmak üzere. Sözüm ona muhaliftirler.
Evet, Erdoğan’ın ya da mesela tarikatların açıklamaları konusunda “muhalefet” yapar gibidirler. Gerçeğin tümünü değil de, bir bölümünü örtmek isterler. Onlar için bu kadarı yeterli. Hem ne demişler, ne kadar para o kadar köfte.
Elbette, basında, hâlâ haber yapan, hâlâ gazetecilik yapan insanlar var. Yok değil. Onlar, elbette, kendilerine bir gedik bulup oradan bu kuşatmayı yarmayı deniyorlar. Başkası da mümkün değil. Zaten, görevi gereği CHP basını, bunlara biraz olsun yer vermek zorundadır. Yoksa, onları da kimse okumaz. İnsanlar, hâlâ Cumhuriyet ya da Sözcü okurken, bir haber kırıntısı peşindedirler. Ya da TV kanallarını seyrederken, hiç değilse bir bilgiye ulaşma derdindedirler. Onları TV başında tutacak bazı kanallar gerekli, değil mi?
Narin dosyasında, hepsi, hep birlikte, karanlık üretim merkezi olarak çalışmışlardır. Buna da “halkı bilgilendirme” diyorlar. Arada birkaç kişi, yahu bu nedir, tüm ifadeler aynı anda herkesin önünde, burada ne var, diye soruyor. Onların soruları da gümbürtüye gidiyor. Öyle bir gürültüdür ki bu, hiçbir gerçek ses, gürültünün üzerine çıkamıyor.
Olayın gerçekleştiği köy, Diyarbakır Havalimanı’nın burnunun dibindedir. Ve bu havalimanı, aynı zamanda askerî bir havalimanıdır. Örnek olsun, Kürtlere karşı savaşta kimyasallar atan uçaklar, bu havalimanından kalkıyor.
Böyle olunca, havalimanına bu denli yakın bir köyün, devletin, özel kuvvetlerin, Saray’ın kirli savaş aygıtının denetiminde olmaması düşünülemez. Onun için, olayın ilk anlarından başlayarak, duyarlı insanların, hele ki DEM Parti’nin olayı deşifre etme çabalarının bastırılmaya çalışılması bir rastlantı değildir.
Bize, sol jargon kullanarak, aslında köyde herkesin “feodal ilişkiler” nedeni ile, bu cinayet karşısında sessiz kaldığı söyleniyor. Öyle mi? Bu feodal bağlar, mesela koruculuk sistemi, mesela Kürt devrimine karşı devlet adına mafyalık yapan aşiretler söz konusu olduğunda neden aklınıza gelmez de şimdi gelir?
Devam etmeden, olayla ilgili bilgilerin, bir de bizim tarafımızdan alt alta dizilişini görün:
– Narin kaçırılmıştır.
– Kaçırılan Narin’in babasından, elindeki çok geniş araziyi satması istenmiştir. Araziyi yıllardır satın almak isteyen kişi, Ensarioğlu’dur. Rabia Naz olayında, Giresun’da, nasıl ki işin ucu AK Parti yetkililerine ulaşmış idi ise, burada da olay Ensarioğlu’na ulaşmıştır.
– Ensarioğlu, sizin söylediğiniz o feodal yapının tüm unsurlarını kapsar ve devletin Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve inkâr politikasının, paramiliter güçlerinden biridir. Temsilî niteliği vardır. Ensarioğlu, Hüda Par ile Erdoğan’ı bir araya getiren kişilerdendir. Hizbullah, Hüda Par denildi mi, elbette Ensarioğlu da akla gelmelidir.
– Narin’i acaba kim, kimlerin emri ile kaçırdı?
– Acaba, bu araziyi Ensarioğlu neden istemektedir ve baba bu araziyi, abisi Muhtar’a rağmen, neden satmamaktadır? Acaba, aileden bu arazinin satılmasını isteyenlerin sayısı çok mu fazladır?
Buraya kadarını alt alta koyduğunuz zaman, Narin’in fidye için kaçırıldığı, sonunda işlerin ters gittiği ve çocuğun öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda, çocuğu kimin kaçırdığı önemli bir noktadır.
İşte tam da bu nedenle, kameralara bakılmıyor, yine tam da bu nedenle telefon kayıtları yok ediliyor ve yine tam da bu nedenle, tüm köy suskunluğa bürünüyor. Zira, konuşanın sonu da Narin gibi olacaktır.
İşin içinde rant, işin içinde mafya ve tarikat, işin içinde devletin kolluk kuvvetleri, işin içinde paramiliter güçler vardır.
Çocuk, sağ olarak bulunmuş ve hastahaneye kaldırılmıştır. Hastahanede görevi, Özel Kuvvetler üstlenmiştir. Ama sonradan çocuğun cansız vücudu, dereye taşınmıştır.
İşte tüm bunları gizlemek için, ortalığa bir sürü bilgi salınmış, herkesin ifadeleri ortalığa saçılmış ve bu yolla, bir “kamuoyu imalatı” gerçekleştirilmiştir.
Rabi Naz’ın babasına deli muamelesi yapan sistem ile, Narin’in kaçırılması gerçeğini ortadan kaldıran sistem, aynı sistemdir.
Demek ki, Narin cinayeti, politik bir cinayettir.
Artık bu ülkede, her cinayet siyasal bir cinayet hâline gelmektedir.
Tüm çocuk istismarı, tüm çocuk cinayetleri, tüm tarikat ve çocuk ilişkileri, tüm kadın cinayetleri, tüm iş cinayetleri, politik cinayetlerdir.
Bir yılda, 300 bine yakın çocuk, cinsel saldırıya uğramaktadır. Gerçek rakam belki bunun 5 katıdır. Çünkü, çocuk istismarları, utanç ve aile bağları nedeni ile sürekli gizlenmektedir. Bu gizli hâli aşan 300 bin çocuk saldırısından söz ediyoruz. Demek ki, her gün, en az 50 çocuktan söz ediyoruz.
Epstein dosyası, Türkiye’den 48 bin çocuktan söz etmektedir. Fatma Şahin ve Melih Gökçek isimleri bu dosyalarda geçmektedir.
Demek oluyor ki, işin ucu derindedir. Bu sıradan, bir tek olay ile sınırlı bir durumun sonucu değildir.
Bir gerçeği gizlemenin yollarından biri, onun etrafında yüksek toz bulutları ortaya çıkartmaktır. Saray basını da dâhil, tüm burjuva basın, işte bu işi yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de son derece başarılı bir operasyon yürütüyorlar. Operasyonun amacı, gerçeği ortaya çıkartmak değil, gerçeği örtmektir. Ortaya çıkan silahlar, bir anda ortadan toz oldular. Şimdi, bu silahların aslında hiç olmadığını iddia etseler, söyleyecek ne var ki? Öyle büyük bir yalan makinası devrededir ki, gerçek, adeta yalanmış gibi görünmektedir.
Acaba, Narin çocuk, ne için kaçırılmıştır? Kaçıranlar, acaba hangi telefon konuşmalarında, neler talep etmişlerdir? Narin, köyün ileri gelenlerinden birinin çocuğudur ve tüm afacanlığı ile, kaçırılma işine direnmiştir gibi görünmektedir. Ölümü istenmeden gerçekleşmiş olabilir. Yani, artık öldürmek dışında yol kalmamıştır. Rant için, devletin bizzat kolluk kuvvetleri ve paramiliter güçleri, tarikatları ve basını ile rol oynadığı bir kaçırılma olayının sonunda gelen ölüm, tam da siyasal bir cinayettir.
Bu olayı örtmek için yapılan operasyon ise, karartma operasyonlarında basının ortaya koyduğu yüksek performansın yeni bir zirvesidir adeta.
Ülkemizdeki çocuk cinayetleri, cinsel saldırı, organ kaçakçılığı ve Epstein dosyasındaki gibi “köle yetiştirme” programları çerçevesinde işlenmektedir. Narin cinayeti, daha çok, rant için işlenmiş gibidir. Böyle olduğu için, şimdi soru, bu cinayeti kimin üzerine atmaları gerektiği sorusudur. Hepsi, hep birlikte bunun için uğraşmaktadır.
Rant, yağma ve savaş ekonomisi, tekeller için, para babaları için, sermaye için bir cinnet hâline getirilmiştir. Şimdi egemenler, kendi cinnetlerini, halkın cinneti hâline getirmek istemektedir. Bunun için bu kanlı karartma politikası devreye sokulmaktadır.
Olayın gerçek yönünü saptıracak her adım, aslında olayı örtmeyi hedefleyenlere yardımcı olmaktadır.
Dereler ki, bir cinayetin bir amacı olur. Yani, niye yapıldığı, kime fayda sağladığı önemli bir konudur. Narin’in aile içinde bir cinsel ilişkiyi gizlemek için öldürüldüğü tezi, bu açıdan baştan sona saçmalıktır. Bu durumda Narin, kaçırıldığı dönem boyunca, hastahaneye getirilene kadar, “ikna edilmeye” mi çalışılmış?
Biz biliyoruz ki, devletle bağlı bazı güçlerin işleri, suçları vb. devlet tarafından bilinir. Burada da bilindiği varsayılmalıdır. Öyle ise, açık sorudur, bu olay hangi önemli kişilere uzanmaktadır, hangi önemli kişiler korunmak istenmektedir?
Çocuk cinayetlerine bakıldığı zaman, her zaman, korunmakta olan, “önemli” kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Tarikatların kurslarında kimlerin korunmaya çalışıldığı biliniyor. Ama o zaman feodal ilişkiler kimsenin aklına gelmiyor. Dinin kutsallığına halel gelmesin diye, birçok istismar saman altına itilmektedir.
Bu sistem, her yönü ile çürümüştür. Sadece doğayı, sadece ağaçları, sadece hayvanları yok etmekle kalmıyor. İnsanı da yağmalıyorlar. Bu çürümüş sistemi topyekûn devirmeden, insan olarak kalmak mümkün değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının savaşsız-sömürüsüz bir dünya mücadelesi, tüm insanım ve öyle kalmak istiyorum diyenlerin de mücadelesidir. Bu sisteme karşı savaşmadan, insan olarak kalmak mümkün değildir.
Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Alev Özkazanç, Akademisyen Orhan Şener Deliormanlı ve Doç. Dr. Yaşar Suveren anlattı: Inceller, çevrimiçi radikalleşmenin etkisiyle toplumsal bir tehdit oluşturabilirler.
Bu görselde, bir protesto veya eylem sırasında taşınan bir pankart görülüyor. Pankart kırmızı bir zemin üzerine siyah el yazısıyla yazılmış büyük harflerle şu ifadeyi içeriyor: "Sövüp dövüp sevemezsin." Bu güçlü mesaj, kadınlara yönelik şiddeti ve kötü muameleyi kınayan bir uyarı niteliğinde. İfade, hem sözlü hem de fiziksel şiddetin sevgiyle bağdaşamayacağını vurguluyor. Arka planda belirsiz başka pankartlar da görünüyor, ancak ana odak bu kırmızı pankart üzerinde. Protestonun amacı muhtemelen toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve kadına yönelik şiddetle mücadele gibi konularla ilgili. Görsel: csgorselarsiv.org Türkiye’de artan erkek şiddeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadın düşmanlığının derinleştiğini açıkça gözler önüne seriyor. Bu cinayetlerin ardında yatan ideolojilerden biri de son zamanlarda dikkatleri üzerine çekti: Incel ideolojisi
Cezasızlık algısının da pekişmesiyle, Incel ideolojisi toplumsal cinsiyet eşitsizliğini daha da körüklüyor ve kadınlara yönelik şiddeti meşrulaştırıyor.
Türkiye’deki kadın ve cinsiyet sorunlarının politik ve sosyal tarih ile ilişkisini inceleyen Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Alev Özkazanç, iletişim akademisyeni ve gazeteci Orhan Şener Deliormanlı ve Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde mizojini (kadın düşmanlığı) üzerine çalışmalar yapan Doç. Dr. Yaşar Suveren, Incel hareketini ve bu harektin kadın düşmanlığı ideolojisini yorumladı.
"Kadın düşmanlığı merkezde duruyor" Doç. Dr. Yaşar Suveren, Incel’lerin bugün daha çok kadın düşmanı (mizojinist) bir zihinsel tutum ve davranışı temsil ettiğini belirtti. Suveren, Incel kavramını şöyle anlattı:
"Kadınlarla sağlıklı ilişki ve iletişim kuramayan, toplumdan yalıtılmış ve bu yalıtılmışlığın nedenini kadınları suçlayarak meşrulaştırmaya çalışan bir grup bireyle karşı karşıyayız. Özetle, kişisel sorunlarını kadınları merkeze alarak suçlayan, kadınlar hakkında düşmanlığa varan fikirlere sahip, toplumla bağları zayıf ve yalnız erkeklerden söz ediyoruz."
Suveren’e göre, Incel hareketinin merkezinde kadın düşmanlığı bulunuyor. Kadınların onları bilinçli olarak dışladığına inanan bu bireyler, kadınları bir tehdit olarak görerek kendi yetersizlik ve hayal kırıklıklarını dışa vuruyorlar. Suveren, Türkiye’de de son dönemde şiddet vakalarıyla gündeme gelen Incel bireylerin şiddete eğilimli olduklarının açık olduğunu belirtti:
"Bazı ülkelerde, kendilerini Incel olarak tanımlayan bireylerin çeşitli şiddet olaylarına karıştığı bilinmektedir. Bu bireylerin örgütlü ve sistematik hareket ettiklerini söylemek mümkün olmasa da, çevrimiçi radikalleşmenin etkisiyle toplumsal bir tehdit oluşturabilirler."
"Radikalleşiyorlar" İletişim akademisyeni ve gazeteci Orhan Şener Deliormanlı, sanal ortamların radikalleştirici etkisine değinerek şunları ifade etti:
"Discord odaları gibi sanal ortamlarda benzer düşünce yapısına sahip insanların bir araya gelmeleri, onları daha da radikalleştiriyor. Fiziki bir ortamda toplum baskısı nedeniyle geri çekilebilecekken, sanal bir ortamda bu baskı olmadığı için daha da taşkınlaşarak grup halinde hareket edebiliyorlar."
Deliormanlı, son 20 yılda sokakta büyüyen çocukların azaldığını ve ekran başında büyüyen kuşakların arttığını vurguluyor:
"Sadece evden sosyalleşen, oyunlar ve pornografiyle dışarı çıkmadan tüm biyolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir kitle oluştu. Bu kitle, gerçek hayatta kadınlarla karşılaşma fırsatını bile bulamıyor ve buradan kadın düşmanlıklarını artırıyor."
"Kadın düşmanlığı biçimi" Siyaset Bilimci ve Yazar Alev Özkazanç ise, Incel ideolojisinin özgün bir kadın düşmanlığı biçimi olduğunu belirtiyor. Özkazanç, Incel karakterlerinin oluşumunu şu sözlerle değerlendiriyor:
"Incel ideolojisinin merkezinde kadın düşmanlığı yer alıyor. Türkiye’de yeni görülmeye başlayan bu ideoloji, Kuzey Amerika’da dijital bir topluluk olarak ortaya çıktı. Bu topluluk, kadınların onlara karşı verici olmadığını ve asla olmayacaklarını savunuyor. Bu durum, erkeklerin kendilerini bir erkeklik hiyerarşisinde en altta görmeleriyle ilgili bir algıya dönüşüyor."
Erkeklik krizi ile bağı Özkazanç, Incel ideolojisinin sadece kadınlarla ilgili olmadığını, aynı zamanda erkeklik hiyerarşisinin dibinde olduklarına inanan bireyler tarafından geliştirildiğini belirtiyor. Incel bireyler, erkeklik krizinin bir göstergesi olarak, kendilerini toplumun en alt basamağında hissediyorlar ve kadınlara ulaşamamanın onları bu hiyerarşide en alt seviyeye düşürdüğüne inanıyorlar.
Özkazanç, erkeklik krizinin en ağır semptomlarından birinin Incel ideolojisi olduğunu vurguluyor ve ekliyor:
"Incel ideolojisi, kaybetmişlik ve umutsuzluk üzerine kurulu bir ideoloji. Bu ideoloji, şiddet içeren bir nihilizmi de beraberinde getiriyor. Türkiye’de siyasi iktidarın uzun süredir cinsel eşitlik fikrinden uzaklaşması, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi adımlar, bu krizi daha da derinleştiriyor ve erkeklere bir tür teşvik gibi geliyor." https://bianet.org/haber/inceller-kendilerini-bir-erkeklik-hiyerarsisinin-en-altinda-goruyorlar-301105
Türkiye Tarihindeki Bütün Darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir
AK Parti’nin son iki başbakanı da Atatürk’ün kurgulanmış “efsanevi rolü” edebiyatından bir türlü kurtulamadı ve kurtulamıyorlar. Ya gerçekten Mustafa Kemal’in Atatürk olduğuna yani Türk ulusunun kurucu atası olduğuna safça ina
Hamza Türkmen
15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tespiti, bu komployu ve kalkışmayı en net şekilde özetlemektedir: “Senaryo dışarıdan, aktörler içeriden.”
28 Şubat 1997’de de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.
12 Eylül 1980’de de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.
27 Nisan 1960’da da senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.
3 Nisan 1923’te de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.
İçerden olan darbeci aktörler meşruiyetlerini hep Kemalizm söylemiyle oluşturmaya çalıştılar.
Bu süreçte Başbakan Binali Yıldırım ise dün AK Parti grup toplantısında “Hiçbir darbeci Atatürkçü değildir. Kemalist değildir” diyerek, bizler de Kemalizm hakkında büyük bir yanılgı içinde olduğu algısını uyandırmıştır. Çünkü Kemalizm zaten bir darbe ideolojisidir.
Türkiye’deki darbe ideolojisinin yerli formu İttihat Terakki Cemiyeti uygulamalarına ve Kemalizmin tek adam diktatörlüğüne dayanır. TSK içinde ihtilalcı -devrim/revolutionary- romanlar okuyarak veya öyküler dinleyerek büyüyenler ister pragmatik olsun, ister solcu-sosyalist olsun, ister sağcı-liberal olsun en fazla Atatürkçülükle ve Kemalizmle haşır neşir olmuşlardır. En son 28 Şubat Darbesi’nin arkasında duranlar da, 27 Nisan Muhtırasındaki özü Cumhuriyet Mitingleri’nde savunanlar da hep birlikte“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye bağırmıyorlar mıydı?
3 Nisan 1923’te de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi. Çünkü Türkiye denilince, Lozan Antlaşması’yla birlikte sınırları “Turkıa” olarak belirlenen, tüm kanunlarını Avrupa kanunlarıyla değiştirmesi ve uluslaşması ön şartıyla statüsü onaylanan bir yapıdan bahsediyoruz.
Osmanlı sonrasında Anatolia denilen Ön Asya’da veya Bilad-ı Rum ve Cezire topraklarında yaşanan savaş, emperyalizm karşısında bir kurtuluş savaşı değil, sadece Türk ulusu ve Yunan ulusu vakıasını tahkim etmeye dönük bir Türk-Yunan savaşıdır.
Lozan Anlaşması’nın görüşmeler sürecinde 17 Şubat’ta başlayan İzmir İktisat Kongresi’nin açılış oturumunda Mustafa Kemal üç unsuru ön plana çıkartmıştır: “Bolşevikliğe izin verilmeyecek; ‘irticai’ zemine izin verilmeyecek; yabancı sermayeye hürmetkâr olunacak.” Yeni kurulacak Türkiye ile ilgili İhtilaf Devletleri’ne verilen bu taahhüt, Kongre’nin kapanış bildirgesinde de aynen işlenmiştir.
Halkımızı vesayet altına sokan ve İslami değerleri tebdil, tağyir ve tasfiyeye yönelen bu yaklaşıma I. Meclis’te 2. Grup karşı çıkmıştır. 2. Grub’un lideri Ali Şükrü Bey, 1923’ün Mart ayı içinde Meclis’te etkileyici muhalif konuşmalar yapmıştı ve mebusların çoğunluğu 2. Grup yanında saf tutmaya başlamıştı.
Ama İttihad Terakki Teşkilatı’nın darbeci geleneğini taşıyan subay ve çeteleri; ayrıca 1925 itibariyle onurunu, değerlerini, namusunu korumaya çalışan halka ve Müslümanlara karşı infaz timi gibi çalışan İstiklal Mahkemeleri’nin katil aktörleri Mustafa Kemal çizgisinin yanındaydı. Ve öğrenildi ki Mustafa Kemal’in Muhafız Birlik Komutanı Topal Osman, adamlarıyla kaçırdıkları Ali Şükrü’yü 27 Mart 1923’te Ankara’da infaz etmişlerdi. Bunan üzerine I. Meclis apar-topar kapatıldı; 3 Nisan 1923’de Türkçü-Batıcı çete ve subaylardan oluşan Müdafaa-i Hukuk Grubu öncülüğünde Meclis’te üç kağıtçılık yapılarak güya bu darbe onaylanmış oldu. Ve kurallarını tamamen Mustafa Kemal’in belirlediği “9 Umde” belirlendi. “9 Umde”yi kabul eden kişilerden atama yoluyla II. Meclis oluşturuldu. Gerisi mafya tipi bir yönetim.
Sayın Erdoğan Başbakan iken “Dersim Katliamı”ndan, Menemen kumpasından, İstiklal Mahkemeleri zulümlerinden bahsederek Türkiye’yi yerel vesayetten kopartmanın teorik zeminini hazırlıyordu. Hepsinin arkasındaki başat fail de belliydi.
Erdoğan da verili sistemde ve onların sahnesinde, onların sembol ve ritüellerine mahkûmdu; ama risk üstlenerek alan açmaya çalışıyordu. O, Erbakan çizgisinden kalan mazeretçi ve provokasyon melankolili yaklaşımlara karşı; dik durup eğilmemekten bahseden kitlelerin bilinç altlarında bir intifada ruhu hazırlamaktaydı.
Ama AK Parti’nin son iki başbakanı da Atatürk’ün kurgulanmış “efsanevi rolü” edebiyatından bir türlü kurtulamadı ve kurtulamıyorlar. Ya gerçekten Mustafa Kemal’in Atatürk olduğuna yani Türk ulusunun kurucu atası olduğuna safça inandırılmışlar. Ya da reel siyaset sahnesinde gerçeklerden, adaletten, İslami değerlerden yana gedik açmak konusunda yeterli beceriyi henüz kazanamamışlar.
Tekrar edecek olursak Türkiye tarihindeki bütün darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir.
Hala boynumuzun üstünde tahkik ve düşünce yasakçılığının ve kişi kültünün en güçlü örneklerinden olan 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma ve Kollama Kanunu bir mafya tarzı tehdit namlusu olarak duruyor; ama biz yine de I. Meclis Darbesi’ne Mafya Tipi Kemalizm’e dayandığını söyleyebiliriz.
27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasındaki gelişmeler ve 1962 Darbe Anayasası ise giderek Sol Kemalizm’e göre biçim aldı.
12 Eylül 1980 Darbesi ise Batıcı-Türkçü sistemi ayakta tutabilmek için ifrat ve tefrit noktalarını dengeleme hedefi içinde kendini Sağ Kemalizm ideolojisiyle tahkim etti.
15 Temmuz Darbe Girişimi nedeniyle de 354 general ve amiral arasından 195’i darbecilikle etiketlendi ve TSK’dan atıldı. Yani bu rakam ordunun en üst kademesinin %55’ini ifade ediyor. Daha gerisi de olabilir… Kimi FETÖ’cü, kimi eski Batı Çalışma Grubu artıkları veya ABD’ci diğer kriptolar. Ama her birinin TSK içindeki biyografilerine bakıldığında en hızlı Kemalistler bunlar. 28 Şubat’ta dindar subay-astsubay’a Atatürkçülük adına ve İslamofobik tavırlarla en fazla kıyanlar bu müfsid münafıklar. Dolayısıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin Atatürkçülük maskesi de büyük ölçüde Bâtini Kemalizm. 28 Şubat paşa ve subayları arasında Medyum Memiş boş yere gezmiyordu. Muhammed Aleyhisselam ile Mustafa Kemal’in kimliğini sentezlemeye çalışan Samiri yönelimli Yaşar Nuri boş yere MİT’in ve 28 Şubat darbecilerinin dalkavukluğunu yapmıyordu?
Başbakan Binali Yıldırım’ın Darbe Girişimi karşısında duruşu tabii ki takdire değer. Bugüne kadar OHAL’in topluma yapıldığını, bu sefer ise OHAL hedefinin topluma, özgürlüklerimize, kazanımlarımıza ihanet eden yöneticilere yöneltilmesi iması tabii ki takdire değer. Askeri yargının sivilleştirilmesi hamlesi de… Askeri birliklerin, kışlaların, tankların şehirlerden boşaltılıp ülke güvenliğinin korunacağı sınır bölgelerine nakilleriyle ilgili açıklaması da… Yüksek Harp Okullarına İHO mezunlarının alınacağının açıklanması da…
Ama 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nden sonra Hükümet konusunda CHP ile gerçekleşmesine ramak kalan hata gibi; 15 Temmuz Direniş Gecesi hiçbir safta veya direniş sütresinde göremediğimiz 28 Şubat Darbesi alkışçısı Kemalist CHP’yi dış dünyaya birliktelik görüntüsü vereceğiz diye olduğundan fazla büyütmemek gereklidir. 28 Şubat mağduru yüzbinlerce kişi aramızda ve AK Parti kitlesi arasında yaşarken, ümmet bakiyesi Türkiye toplumunu ilerlemeci bir modernite öykünmeciliği içinde öz değerlerinden yabancılaştırmaya çalışan bu monşör zihniyetli kişilerin önünde Kemalizm seviciliği ile daha fazla eğilip kendi temel tabanını maraba pozisyonuna düşürmemek gereklidir.
AK Parti Merkez Binasına alışılmışın dışında asılan Atatürk posteri ABD’ye, AB’ye yaranmak için mi; TSK içinde geriye kalan kurmay subaylara yaranarak onları elde tutmak için mi? Yoksa Dersim Katliamı’nın, inanç ve değerlerimizi yasaklayanların, ümmet coğrafyasıyla bağımızı kopartanların, gençliğimizin geleceğini Batılı değerlere ipotek etmek isteyenlerin misyonuna selam çakmak için mi?
Sayın Binali Yıldırım!
15 Temmuz Direnişi, “2. Kurtuluş Savaşımız” değildir. Emperyal devletlerin yakın gözlemi altında yapılan Türk-Yunan Savaşı da kurtuluş savaşı değildir. 15 Temmuz Direnişini kimse sıradanlaştıramaz. 15 Temmuz Direnişi 300 yıllık makûs tarihimizde ilk kitlesel intifadamızın, ölümüne bir adamışlıkla vesayetten kurtuluş hamlemizin prova olmayan ilk ciddi sahnesidir.
15 Temmuz Darbe Kalkışması’nın tüm aktörleri inanarak veya saptırarak süreç itibariyle TSK içindeki varlıklarını hep Kemalizm seviciliği ile çoğaltmışlardır. Topal Osman’ın Kemalizm seviciliği karşımıza 27 Mayısta sol Kemalizm, 12 Eylül’de sağ Kemalizm, 15 Temmuz’da batini Kemalizm olarak çıkmıştır.
Sayın Yıldırım. Dün AK Parti Grup Toplantısı’nda yaptığınız bu konudaki yaklaşımınızı gözden geçirip düzeltmelisiniz. Dediğinizin tamamen tersi bir şekilde Türkiye’deki bütün darbeciler Kemalizmi farklı vecheleriyle yorumlayarak darbe yapmaya kalkışmışlar ve inandıkları Kemalizmle meşruiyetlerini oluşturmaya çalışmışlardır. 27 Mayıs, 9 ve 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan böyle değil midir Sayın Yıldırım.
Oysa dün GEZİ Olaylarının, 17-25 Aralık olaylarının, “Saray” ve “Diktatörlük” edebiyatının,“Yakında Erdoğan’ın kalemi kırılacak” sloganının arkasında duran tüm işbirlikçiler Erdoğan’ı devirmesi kastıyla hep birlikte 23 Nisan çocukları gibi “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye höykürmüyorlar mıydı?
Tabii ki hiç kimseye muhalifliğimiz bizi adaletsizliğe sevk etmemeli. Siz de söylüyorsunuz: “Ne affetmeliyiz, ne unutmalıyız. Ama adaletten ayrılmamalıyız.”
Bu konuda temayülü nedir bilmiyoruz ama 15 Temmuz Direnişi’nin kimliğini doğru okuyan Genelkurmay Başkanlığı’na vekâleten atanan Birinci Ordu Komutanı Ümit Dündar’ın büyük bedeller ödenerek Darbe Girişimi bastırıldıktan hemen sonra TSK adına okuduğu bildirideki nesnel öz, resmi beyanatlarımızın da dili olmalı. O açıklamada fırsattan istifade bir ideolojinin propagandası yerine direnişin unsurlarına ve ruhuna yöneltilen hürmet ve saygı ifadeleri yer aldı.
Sayın Yıldırım. Reel siyasetin pragmatizme zorlayan yanına rağmen, öz gücüyle meydanlara dökülen ve çok büyük ölçüde Erdoğan’ın vesayetten kopma ruhu ile bütünleşen kitlelerin hasbi duyguları içinde nesnelliğe ve 15 Temmuz gecesi ortaya konan kimliksel ruha daha fazla dikkat etmeniz gerektiğini hatırlatmak isteriz.
Reel siyasette de temel soru şu olmalıdır:
Bizler “ümmetten bir ‘millet’/ulus yarattık” diyen ve Batı’nın pagan, müşrik değerlerine yönelmeye çalışan bir toplum muyuz?
Yoksa Osmanlı ile birlikte yitirdiğimiz toplumsal gücümüzü ve üst değerlerimizi yeniden kazanmaya çalışan bir sürecin evlatları mıyız?
15 Temmuz Gecesi Kadıköy caddelerinde tanklar yürürken yol kenarında darbeci askerleri alkışlayan, Diyarbakır’da darbecilere karşı direnişin şehir merkezine akmaması için yol kesmeye çalışan HDP-PKK kolluklarının yaptıkları şey, “Hizmet”e hizmetti. Amaçları darbe gerçekleşirse “Diktatör Erdoğan”dan kurtulmak adına darbe girişiminde koçbaşı olarak kullanılan FETÖ’nün arkasındaki küresel kapitalizmin senaristlerine selam çakmaktı.
15 Temmuz’dan bir hafta sonra Gazi Mahallesi’nde HDP, direnişçilerin alan olarak tuttukları Taksim’de de CHP güya darbe karşıtı sınırlı bir miting yaptılar. GEZİ kalkışmasının nostaljisine ağıtlar yakan bu sınırlı mitinglerin Yeni Türkiye’de meşruiyet aramaları veya maske takmalarına dikkat edilmelidir. Oysa Fethullah Gülen taifesi daha ertesi günü darbeye karşı olduklarına dair madrabazlıklarına başlamışlardı bile…
Kökleri darbecilikten gelen ulusçuların rahatlıkla kılıf olarak kullanacağı Kemalizm, bayrak, vatan, demokrasi söylemleri ile oluşturulacak zaaf ve yanlışların farkında olunmalıdır.
Ve unutulmamalıdır.
15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen Mehmet Akiflerin, Şeyh Saidlerin, İskilipli Atıfların ruhuydu.
15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen 28 Şubatta yaşatılan İslami direniş ruhuydu.
15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen ülkesini, namusunu, geleceğini, imkânlarını küresel vesayete peşkeş çekme tuzağına karşı insani, yerli ve İslami duygularını kalkan edinenlerin geleceğe yürüyüşüydü.
Ve unutulmamalıdır.
Bu direniş ve diriliş ruhundan destek alanların, muarızlarını yumuşatmak adına, bu ruhun kazanımlarını muarızlarına paspas yapmayacakları bir basiret içinde olmaları gerekir.
Bir kere daha şu nesnel olan vakıayı tahkike davet etmeliyiz: “Türkiye tarihindeki bütün darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir.”
Beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tarif edilemeyecek kadar perişan ve zor hale sokabilir. Ama insan sebebin damla olduğunu bile bilmeyip, şeytan! ya da günah! diye düşünürse, en korkunç durum işte o zaman ortaya çıkar.
Friedrich Nietzsche
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Her savaş bir iç savaştır. Bu iç savaşın, ne denli açığa çıktığı, ne zaman açığa çıkacağı, elbette birçok etkene bağlıdır ve kesinlikle ayrı bir tartışmanın konusudur.
Ama, her savaşın bir iç savaş olduğunu, sanırız, herkes kabul etmektedir. Egemen zaten eder, çünkü ona göre hazırlık yürütür. Sadece, egemen adına kalem sallayan bazı şarlatanlar, saray soytarıları, eklenmiş gazeteciler ve eklenmiş aydınlar kabul etmiyormuş gibi yaparlar. Çünkü onların derdi, işçi sınıfını, emekçileri, savaşmak üzere egemenin yanına almaktır.
Egemen, tarihin her döneminde bir avuçtur. Toplumun azınlığını oluşturur. Hele ki tekelci kapitalizmde egemen, çok daha az sayılarla ifade edilecek bir toplumsal kesimdir. Dünya çapında 500 büyük firma, dünya üretiminin %40’ını yapmaktadır. Türkiye’de, 2023 yılı rakamları ile, dolar cinsinden milyonları olanlar 60 bin 787 kişidir. Demek ki, egemen bir avuçtur derken, aslında abartılı bir şey söylemiyoruz.
Oysa egemenin ezdiği, sömürdüğü, hâkimiyeti altına aldığı toplum, milyonlarla ifade edilmektedir, mesela ülkemizde 85 milyonu aşkındır.
İşçi sınıfı, milyonlarla ifade edilir. İçine işsizleri, içine öğrencileri, içine yoksul köylüleri koyarsanız, toplumun ezici çoğunluğundan söz eder olursunuz.
Oysa egemen sınıf, burjuvazi, kapitalistler, bir avuçturlar. Buna rağmen, yöneten onlardır.
Egemen, silahlı adamlardan oluşan devlet çarkını oluşturarak, kendisi dışındaki sınıf ve kesimleri, baskı altında tutar. Bu nedenle, her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.
Bir avuç burjuvazi, sadece baskı ile, sadece şiddetle yönetemez. Bunun yanında, toplumsal rıza üretir. Bu toplumsal rıza, hurafelere, kör inanlara, dine, çeşitli alışkanlıklara vb. dayanarak geliştirilir ve bu doğrultuda egemen sınıf, devlet, topluma bir ideoloji zerk eder.
Örneğin, burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını, “bunlar biz tekellerin, biz para babalarının, biz kapitalistlerin çıkarları” şeklinde ifade etmez. Öyle etmiş olsa, toplumda isyan, an meselesi hâline gelir. Bir yandan şiddetle, başını kaldıran herkesi sindirmeye çalışırken, diğer yandan da kendi çıkarlarını, toplumun tümünün çıkarları olarak sunar.
“Ulusal çıkar” işte böylesi bir zehirdir.
Bizdeki “vatan-millet” edebiyatı, tam da bu “ulusal çıkar” manipülasyonu ile birleşir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalist işgale karşı başlayan, “anti-işgal direniş” döneminde, ülkesini savunanlar örnek olarak ele alınır ve sonra, mesela Libya’ya “vatan için” gidiyorsun, mesela Suriye’ye “vatan için savaşmaya gidiyorsun”, mesela Kıbrıs’ta “vatan için varsın” şeklinde yoğrulur.
“Ulusal çıkar”, gerçekte burjuvazinin katıksız çıkarlarının toplamıdır. Tek tek burjuvaların değil, bir sınıf olarak burjuvaların.
Bizim sol kesimimiz, bu konuda çok sancılıdır. Kendi egemenini desteklemek için, vatan-millet, ulusalcılık, bizim sol kesimde oldukça yaygındır.
Mesela grev mi yapılacak, iyi ama grevler “ulusal çıkarlara” aykırıdır. Bu durumda, “devlet” önce gelir tutumu ile, grevler yasaklanınca, sadece sessizce kabul denir. Bu bizim, sol hareket içinde, sendikal hareket içinde oldukça yaygındır.
1920’de kurulmuş olan TKP’nin 15 önderi, Karadeniz’de, kuruluşundan 4 ay sonra katledilmiştir ve bizim solumuz, TKP de içinde, bu katliamı, “devletin içindeki kötü paşaların işi” olarak kabul etmiştir. Devlet nedir, sınıflar arasındaki savaş nasıl bir savaştır gibi temel gerçeklerin hepsinin üzerinden atlayarak, Kemalizme övgüler düzenler, bize “ulusal sol”culuk konusunda nutuklar atarlar. Bu cesaretlerinin nedeni, ülkedeki sınıf savaşımı tarihine bağlıdır. Ermeni soykırımını, “Ermeniler de devlete saldırmıştır” şeklinde ele alırsan, elbette, bugün Kürtlere karşı yürütülen savaş ve katliam politikalarını da, “önce onlar teröristlerle aralarına çizgi çeksin” demeye başlarsın. Sen eğer, 6-7 Eylül pogromunu, devlet dışındaki çetelerin işi olarak görürsen, elbette bugün de devleti soyarak zenginleşen yeni kesimleri de aklamış olursun.
Ülkemiz tarihi üzerinden bu gerçekleri açıklamak, oldukça zordur. Çünkü, solun içinde Kemalist kök vardır ve bu kökten kopmadan, “ulusal solculuk”un, gerçekte gerici ve faşizan karakteri de görülemez. Hitler, kendi hareketine “nasyonal sosyalist” diyordu. Belki üzerine düşünürler.
Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı yürümektedir. Kürtlere karşı yürüyen katliam politikaları, kimyasal silah uygulamaları vb. konusunda suskun olanlar, belki Filistin halkına karşı uygulamaya konan soykırım üzerinden meseleyi anlama, gerçeği görme konusunda adım atabilirler. Bir umut işte.
İsrail’in Filistin halkına karşı soykırım savaşı, her savaş gibi, bir iç savaştır.
Daha savaşın öncesinde, İsrail’de halk, sokaklara dökülmüştü ve “İsrail demokrasisi”nin, gerçekte, bizdeki Saray Rejimi’nden hiç farklı olmadığını gösteriyorlardı. Büyük ölçüde militarize olmuş, din ve ideolojik olarak, son derece katılaşmış olan bir devlet sisteminde, halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. İsrail halkı için, artık bu bir “demokrasi” değildi. Her demokrasi bir sınıfın diktatörlüğüdür. Bir kere daha bu ortaya çıkmıştır.
Nihayet, eylül başında, İsrail’in gündeminde, “genel grev” kararı yer tutmaya başladı. Genel grev ilan edildi. Ertesi gün, mahkeme, elbette son derece demokratik olarak, grevi yasakladı ve greve gidenleri “vatan hainliği” ile suçlayacağını ilan etti. Gördünüz mü, ulusal çıkar, vatan hainliği, hemen devreye girmeye başladı.
Her savaşın bir iç savaş olduğu gerçeği, İsrail’de kendini daha açık hâle getirmeye başladı. Ve elbette iç savaşın devlete karşı olan cephesinde, işçi sınıfı ve halk vardır ve eğer onlar örgütlü değilse, bu iç savaş daha alttan yürür. Tıpkı bizde bugün olduğu gibi. Bu durum, iç savaş olmadığının kanıtı değildir. Tersine, devletin uyguladığı iç savaş rejimine karşı, işçi ve emekçilerin örgütlü olarak çıkmadıklarının kanıtıdır.
Derler ki, lafla peynir gemisi yürümez.
Yani, eylem gerekir. İşe koyulmak gerekir.
Genel grev, aslında işçi sınıfının mücadelesi için bir silahtır. Sendikalar, mesela ülkemizdekiler, ancak, devletin kurallara, yasalara uymadığını söylemekle yetiniyorlar. Sanki, devlet, Saray Rejimi bunu gizliyormuş gibi. Oysa harekete geçmek gerekir.
İsrail’deki genel grev kararı, bu açıdan öğreticidir. Öğrenmek isteyenler için elbette. Yok siz, devletin gizli ortağı, destekçisi, eklenmiş sendikacı iseniz, buradan öğreneceğiniz bir şey olmaz.
Ülkemizde, Filistin direnişi için eylemler yetersiz olsa da, toplumun çok büyük çoğunluğu, NATO tedrisatından geçmiş uzmanlar-gazeteciler-sendikacılar-aydınlar bir yana bırakılırsa, toplumun ezici çoğunluğu, Filistin halkından yanadır.
İsrail’de de durum böyle görünüyor. En azından İsrail halkı, iktidarın savaş politikalarına karşıdır.
Bizde, birçok kişi, TC devletinin İsrail ile askerî ve ticari ilişkilerinden rahatsızdır. Bunu birçok kesimden duymak mümkündür. Bazı gerçekten gazetecilik yapanlar, bu ilişkilerin kayıtlarını, mesela ihracat kayıtlarını ortaya koymuştur. Ve nihayetinde Saray, ticari ilişkileri kestiğini ilan etmiştir. Ama askerî ilişkiler tam gaz devam etmektedir. Ama anlaşıldı ki, aslında ticari ilişkiler, daha da artmıştır.
İsrail’e ağır küfürler eden Erdoğan için, İsrail, “biz bizden olmayana nişan madalyası vermeyiz” demek zorunda kalmıştır.
İsrail ile ticari ilişkiler, daha çok Yunanistan limanları üzerinden sürmekte, hattâ daha da yoğunlaşarak sürmektedir. Demek ki, İsrail ile TC devletleri sadece benzer değil, sıkı kardeşlerdir.
Askerî olarak ise, ilişkiler daha da kapsamlıdır. Malatya’daki üs, Adana’daki üs, Kıbrıs’taki üsler, İsrail için altın değerindedir. Dahası, birçok askerî malzeme Türkiye üzerinden gönderilmektedir. Türkiye hava sahası, İsrail uçaklarının eğitimi için kullanılmaktadır. Bu liste çok daha uzundur.
Ve eğer, Türkiye’de, İsrail ile ilişkileri kesmeyi talep eden bir genel grev ortaya çıkarsa, sadece hayal edin lütfen, mesela limanlar çalışmazsa, mesela askerî teçhizat üreten fabrikalarda şalterler inerse, acaba, nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
İsrail’de eylül başında ilan edilen genel grev, tüm bunları bir kere daha düşünmek için bir fırsat olmalıdır.
DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş, toplu sözleşme yapmak için var olan barajı aşmış ve yetki elde etmiştir. Ama Saray, devlet bu yetkiyi vermek istemiyor. Ne yapmalı?
Ülke ekonomisi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dönmüştür ve işsizlik ile enflasyon, halkın bir kere daha soyulmasına neden olmaktadır. Peki ne yapmalı?
Üç büyük sendikal konfederasyon, bir araya gelip, açıklamalar yapmıştır ve maalesef, yüzsüzce, utanmazca, bir eylem planı ortaya koymamışlardır. Gerçeğin bir kısmını, nakarat olarak tekrarlamanın ötesine geçmemişlerdir.
Peki, grev ya da genel grev ya da hak grevi ya da dayanışma grevi niye vardır? İşçi sınıfının tüm yeryüzündeki mücadele tarihinde, bu grevler nasıl ortaya çıkmıştır? Ve acaba, bu grevler, artık “bitti” denilen işçi sınıfı için bir anlam mı ifade etmiyor, yoksa sendikalar, eklenmiş uzmanlar, devletçi solcular işçi sınıfını yanıltarak, onları kontrol altında tutma konusunda devlete yardımcı mı olmaktadır?
Elbette başarılı bir genel grev, kolay bir örgütlenme değildir. Ama bu işe hiç niyeti olmayanlar, zaten hiçbir zaman işçi sınıfını böylesi grevlere hazırlamazlar.
Mücadele öğreticidir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, işçiler kardeştir. Ve her ülkede, savaşın her iki tarafındaki ülkedeki işçiler, kendi devletlerine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar. Savaşta ölenler, her iki tarafın da işçileridir, işçilerinin çocuklarıdır. Ve işçiler, kendi egemenleri adına, birbirine silah sıkmayı reddetmelidirler.
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Gerçekten barıştan, gerçekten insanî değerlerden vb. söz eden bir kişi, samimi ise, mücadele yolu ortaya çıkmaktadır ve bunu görebilir.
Bugün, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyorsa, bunun ne denli yıkıcı bir savaş olduğu açık ise, bu savaşı önlemenin tek yolunun, işçi sınıfının, dünya çapındaki isyanı olduğunun altı çizilmelidir.
Bir sosyalist devrim dalgası, bir anti-kapitalist isyan olmadan, dünya savaşının önlenmesi mümkün değildir.
Öyle görünüyor, bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.
Kaynak: Kaldıraç Dergisi
Mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam
Nevzat Onaran
Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.
103 yıl önce Amasya’da, Meclis-i Mebusan’ın üç dönem (1908-1918) Trabzon mebusu Matyo Kofidi ve gazeteci Nikos Kapetanidis idam edilmişti. Amasya İstiklal Mahkemesi’nin 57 kişiyle ilgili 28 Eylül 1921 tarihli kararında, mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam cezası verilmişti. Gıyabında idam cezası verilen 25 kişiden ikisi, Trabzon Metropolidi Hrisantos ile Giresun Metropolidi Lavrandiyos’du.
O yıllarda Karadeniz’de neler olduğunu bugün de tartışıyoruz, ama İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar), ne yapıldığını 10 Haziran 1922’de tereddütsüz açıklamış, “[M]emleketin başına hakikaten belâ olmuş olan bu Rumları bir an evvel tathir etmek, temizlemek için bendeniz zannediyorum ki şimdiye kadar yapılmış olan tedabirden en müessirlerini ben yaptım” demiştir.(1) Bakana göre, demek ki, mahkemeler de ‘temizleme’nin aracıydı.
Bakan Ali Fethi’nin açıkladığı gibi Haziran 1922’de hedefe ulaşılmış, Karadeniz Rumlardan/Rum vatandaşlardan temizlenmiş, kalan da Sünni İslamlaş(tırıl)mıştır!
Gazeteci Nikos Kapetanidis’in idam edildiğini öğrenmiştim, yaklaşık on ay önce. 1797’den Rum devrimci Velestinli Regas’ı ve 1915’ten Ermeni devrimci Paramaz’ı da yakında öğrenmiştim, maalesef.
28 Eylül 1921 tarihli mahkeme kararını Amasya İstiklal Mahkemesi’nin birinci cilt kitabında buldum.(2) Kitap TBMM yayınıydı. Çünkü, mahkemeler mebuslardan kurulmuştu ve 102 yıl önce bütün evrakları 40 çuvalda TBMM’ye teslim edilmişti.(3)
Kararın dosyasına ulaşmak gayretinde oldum.
Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan’a teşekkür ediyorum, konuyu aktardım. Milletvekili Bayhan şu bilgiyi verdi: “Meclis Arşivi’nde gerekli çalışmayı ve bilgilendirmeyi yapan görevlilere teşekkür ediyorum. TBMM Arşivi’nde Amasya İstiklal Mahkemesi birinci cilt kitabıyla ilgili 77 arşiv kutusundaki evrakların ‘tasnif ve dijitalleşme işlemlerinin tamamlanmadığı’nı öğrendim. Umarım, bu kararla ilgili dosyanın tasnif işlemi bir an önce tamamlanır. Maalesef geç kalınmış çalışmadır. Bir asır geçmiş, daha ne bekleniyor? İstiklal Mahkemesi dosyalarına ve benzeri evraklara, araştırmacılar kolaylıkla ulaşabilmelidir. Bu, tarihi bir sorumluluktur.”
103 yıl önce idam edilen mebus Matyo Kofidi hakkında Türk Parlamento Tarihi’nde yazan şudur: “Matyo Kofidi Efendi 1855’te Trabzon’da dünyaya gelmiştir. Rum idadisini bitirmiştir. Reji müfettişi iken 22 Kasım 1908’de 105 oyla Trabzon’dan mebus seçilmiştir. Meclis-i Mebusan İdare memurluğunda bulunan Matyo Kofidi Efendi, ikinci [1912] ve üçüncü [1914-1918] devrede de Trabzon’dan mebus seçilmiştir.”(4)
Ve Matyo Kofidi ile birlikte idam edilen gazeteci Nikos Kapetanidis, Trabzon’da tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar gazetesini hazırlamış, basmış ve satmıştır. Gazetesine en son 5 Mart’ta gelen Nikos Kapetanidis, tutuklanmış ve sonrasında Amasya’ya götürülmüş ve Amasya İstiklal Mahkemesi’nin kararıyla 32 yaşındayken idam edilmiştir. Nikos’un gazetesi Epohi (Çağ), 27 Ekim 1918’den 5 Mart 1921 tarihine kadar haftada dört defa yayımlanmıştır.
28 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de imhası, Ankara’nın Trabzon’da ne denli egemen olduğunun bir icrasıdır. Nikos, o günlerde 28 Ocak’ta ve bir buçuk ay daha (5 Mart 1921’e kadar) Trabzon’da gazetesinin başındadır. Ankara, haberin yazılmasını yasaklamadıysa, büyük olasılıkla Epohi gazetesinde Suphilerin katlinin haberi de vardır.
28 Eylül 1921’de Amasya’da idam edilen, üç dönem (1908’den 1918’e) Trabzon Mebusu seçilen Matyo Kofidi ve Trabzon’da Epohi gazetesini 27 Ekim 1918’den tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar yayımlayan gazeteci Nikos Kapetanidis. ‘PONTUS HÜKÜMETİ’ GEREKÇESİYLE 4 KARAR İstiklal mahkemeleri, kelimenin tam anlamıyla olağanüstü yetkilidir. Konuyu araştıran tarihçi Ergün Aybars’ın tespiti önemlidir. Heyeti ve savcısı TBMM’den seçilen, TBMM adına çalışan ve verdiği karardan sorumlu olmayan İstiklal Mahkemeleri’nde, delile gerek olmadan ve vicdani kanaate göre verilen karar, kesindi ve temyizi yoktu.(5) “Delile gerek olmaması” ya da “delilsiz karar verilmesi” mahkemenin niteliğini yeterince anlaşılır kılmaktadır.
Ergün Aybars’a göre, 17 Ağustos 1921-27 Aralık 1921 tarihleri arasında görev yapan Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.(6)
TBMM, 2023’te yayımladı. Amasya İstiklal Mahkemesi kitaplarının birincisi (12/1) 520 ve ikincisi (12/2) 521 esas numaralı karar defterinin çeviri ve tıpkı basımıdır. 520 sayılı defterde (30 Ekim 1920-5 Ekim 1921) 421 karara ve 521 sayılı defterde (6 Ekim 1921-27 Aralık 1921) 162 karara imza atılmıştır. Kitap künyesinde toplam 421 karardan bahsedilse de aslında en son karar no’su 425’tir. 425 no’lu karar, belli yerlere sevk ve asker kaçakları hakkındadır.(7)
İkinci ciltle ilgili kararlara değinmekle yetineceğim. 6 Ekim-27 Aralık 1921 dönemiyle ilgili Amasya İstiklal Mahkemesi’nin ikinci ciltteki kararlarında, Pontos hükümeti meselesi yargılama konusu yapılmamış olup, tutuklanan/yakalanan Rumlarla ilgili hükümler şunlardır: 1- Yargılanması için Amasya’ya, 2- 40 veya 80 değnek vurulması sonrası ilgili askeri birime, 3- Sürgün amacıyla başka yerlere gönderilmesi hakkındadır. Bazı kararlar da Rumların sevkindeki vakalara neden olanların yargılanmasıyla ilgilidir.(8)
Kararların icrasını da dikkate aldığımızda, anlaşılıyor ki hükümet, 1921’in sonbaharında Karadeniz’e hâkimdir.
Mahkemenin birinci kitabında, ‘Pontus hükümeti’ gerekçesiyle imzalanan dört karar vardır. Bunun dışında Rumlarla ilgili kararlar şunlardır: 1- Rum çetelerine yardım ettiği iddiasıyla bazı Türk-İslam şahıslar cezalandırılmıştır; idam edilenler de olmuştur.(9) 2- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Amasya’ya mahkemeye gönderilmesi istenmiştir. 3- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Sivas’a sevki onaylanmıştır.
Birinci kitapta, ‘Pontus hükümeti’ meselesiyle ilgili dört karar vardır: 520 esas sayılı deftere, 353 ve 366 sayılı olarak yazılmış ve deftere yazılmamış, ama kitaba ilave edilmiş iki karardır.
6 Şubat 1921 tarihli ve 353 sayılı kararın özeti: Amasya’nın Karaağaç karyesinden Papasoğlu İstil, Hayta oğlu Yani ve Karayani oğlu Haci Yorgi, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşkil eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 15 sene küreğe mahkûm edilmiş olup, Erzincan hapishanesine sevk edilecektir.(10)
7 Şubat 1921 tarihli ve 366 sayılı kararın özeti: Samsun’un Aşağıcanik karyesinden Bafralıoğulları’ndan Nikola, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşekkül eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 5 sene küreğe mahkûm edilmiştir.(11)
Suçlama sabittir: “Pontus Hükûmetinin” ihyası için teşkil eden siyasi çetelere yardımdır.
Kitaba ilave edilen iki karar hakkında şu açıklama yapılmıştır: “İşbu kararlara ait dosyalarının tedkiki sırasında alakalı defterlere geçirilmediği görüldüğünden dosyalardaki işbu karar suretleri çıkarılarak buraya yapıştırılmıştır.”(12)
İlave iki kararı imzalayan heyeti oluşturan mebuslar şunlardır: Emin Mehmet [Geveci] (Canik/Samsun, Reis), Mehmed Şevket [Peker] (Sinob, Aza) ve Necati [Kurtuluş] (Bursa, Aza).(13)
İki defterde yazılı olmayan 12 Eylül ve 28 Eylül 1921 tarihli iki karar, birinci kitabın sonuna eklenmiştir. Anlaşılan, 520 ve 521 esas sayılı defterlere yazılmayan kararların olduğu yargılama yapılmıştır.
12 Eylül 1921 tarihli ‘ek birinci’ kararın (no’su yok) özeti: Merzifon’da Amerikan Koleji’nde “memalik-i devlet-i aliyeden bir kıtayı Pontus namı altında ayırarak hükûmet teşkili maksadıyla teşkil eden” bir “Pontus Cemiyeti” kurulduğu ve faaliyet gösterdiği, mektebin Türkçe öğretmeni Zeki’nin [14 Şubat 1921’de(14)] öldürüldüğü ve bunlarla ilgili olarak 6 kişinin (şubenin reisi Kuyumcuoğlu Teoharidis, Haralambos Yuvanaki, Yorgi Lambryanos, Anastas Simonaki, Simon Ananyadi, Protestan Vaizi Yakof oğlu Pavlosi) ve firarda olan 16 kişinin idamına karar verilmiş olup, 6 sanık da değişik cezalara çarptırılmıştır.(15)
28 EYLÜL 1921’DE 35 İDAM Kitaba ilave edilen ikinci kararsa, 57 kişinin yargılanmasıyla ve 25 kişinin gıyabında 35 kişiye idam cezasının verilmesiyle ilgilidir.
Önceki 6 Şubat, 7 Şubat ve 12 Eylül 1921 tarihli üç kararda “Pontus Hükümeti” olarak yapılan tanımlama, 28 Eylül’de “Pontus Cumhuriyeti” olarak değiştirilmiştir.
28 Eylül 1921 tarihli ‘ek ikinci’ kararın (no’su yok) özeti: Kararın girişinde, genel anlatımla “Rum âmal-i milliyesinin canlandırılması”nın hedeflendiği üzerinde durulduktan sonra amaç şöyle netleştiriliyor: Tokad, Amasya, Çorum, Yozgad ve Sivas dâhil, Zonguldak’tan Batum’a kadar sahilde “siyasi, mali ve fiili teşkilatla Pontus Cumhuriyeti” kurmaktır. Cumhuriyeti kuracak teşkilatın “Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi”nin Paris adresi yazılıyor: Paris’te Serpante Sokağı’nda 38 numaralı. Teşkilatın Pontos’taki adresi, Paris’teki kadar net yazılamıyor; teşkilatın İstanbul adresi Galata’da Büyükhan ve Trabzon’da da çeşitli mahalleler deniyor.
Teşkilatın Trabzon, Giresun, Ordu, İstanbul ve Paris şubeleri dosyalarının tahkikatından, Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi ve Meclis-i Cismani Reis Vekili Panosi oğlu Hacı Todor ve refikasının şehadatınden anlaşıldığı üzere denilerek, hüküm kurulan sanıklara geçiliyor.
Sanık toplamı 57 kişidir. 10’u tutuklu ve mahkemededir, bunlara idam cezası verilmiştir (karardan isimler aynen): 1- Trabzon Mebus-ı esbakı ve Trabzon Pontus Heyet-i Merkeziyesi murahhası ve vekil-i siyasisi Kokırioğulları’ndan Yani oğlu Matyos [tam adı: Matyo Kofidi], 2- Müskirat (alkollü içki) fabrikatörü Akriditioğulları’ndan Yorgi oğlu Aleksi, 3- Epohi gazetesi sahibi Kapudanidioğulları’ndan Lambo oğlu Nikos [Kapetanidis], 4- Giresun tüccarlarından Kakulidioğulları’ndan Todor oğlu Yorgi, 5- Metropolid kâtibi Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir, 6- Tüccardan Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu Yordan, 7- Tüccardan Atmacidioğulları’ndan Kosti oğlu Yanko, 8- Tüccardan Kılınçoğulları’ndan Pavril oğlu Yorgi, 9- Ordulu Avram Tokadlidis, 10- Hacı Korkor oğlu Paminonda.
Gıyabında idam cezası verilen 25 kişidir; ikisi Trabzon Metropolidi Hrisantos ve Giresun Metropolidi Lavrandiyos’dur. 22 sanığın 9’u değişik cezalara çarptırılırken, 13 sanığın da yakalanıp Amasya’ya getirilmesi kararlaştırılmıştır.
Mahkeme, idam cezası vermekle kalmamış, “idama mahkûm olanların emval ve emlaklerinin müsaderesini [mallarına el koymayı]” kararlaştırmıştır. İkinci kararla, idam edilenlerin malı-mülkü de gasp edilmiştir.
Amasya İstiklal Mahkemesi Heyeti (20.10.1920-5.10.1921): Reis Emin Mehmet (soy ismi: Geveci- Canik/Samsun), aza Necati (Kurtuluş- Bursa) ve aza Mehmed Şevket (Peker- Sinop) (Foto: Türk Parlamento Tarihi). ANKARA’NIN PONTOS PLANI Mahkemenin 28 Eylül 1921 tarihli kararında, 57 Rum’a çeşitli cezalar verilirken, sanıklar, ‘Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi’ teşkilatıyla, ‘Pontus Cumhuriyeti’ kurmakla suçlandı. Dosya ortada olmadığı için iddiaların delili nedir? Bilmiyoruz. Gerçi, bu mahkemelerin karar verirken delile gerek duymaması, nasıl yargılama yapıldığının açık beyanıdır.
TBMM, 1922’de yayımladı. Ankara, planına göre Karadeniz’de Rum meselesini 1922 ortasında ‘halletmiş’ olmalı ki, Pontus Meselesi ismiyle kitap hazırlamıştır. Hatta Bakan Ali Fethi’nin dediği gibi, Karadeniz’in Rumlardan temizlenmiş olmasıyla kalınmadı, kitaba, 1930’lardaki Türk Tarih Tezi’nin ana materyali olan “Anadolu Türk’tür” ve “Rum ve Ermeniler sonradan gelmişlerdir” tezi de yazılmıştır.(16) Sekiz ay sonra da 16 Mart 1923’te Adana’da konuşan TBMM Reisi Mustafa Kemal de Türkçü tezi derinleştirmiş, Ermeniler vesairenin hiçbir hakkının olmadığını belirterek, “Adana öz Türk memleketidir” demiştir.(17)
Böylece 1922’de Anadolu’nun tarihi de Türkleştirilmiştir.
Bakan Ali Fethi, 10 Haziran 1922’de gizli celsede “Karadeniz’de neler yapıldı?” müzakeresinde Pontus Meselesi kitabından şöyle bahsetmiştir: “Bu hususta yazılmış bir kitap vardır. O kitabı tabı ve Fransızcaya tercüme ettirmek için […] Çünki hakikati biz biliyoruz efendiler, daha ziyade ecnebilerin bilmesi lâzım gelir. İki buçuk ay evvel İstanbul’a gönderdik, Adnan Beyefendi […] orada tabetmekle meşguldür. Gayet nefis bir surette tabedilmektedir ki, daha kolay okunsun ve propagandaya daha faideli olsun diye.”(18)
Yıllarca kitapta yazıldığı gibi TBMM Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi tarafından hazırlandığını biliyorduk, ama Şükrü Hanioğlu’nun aktardığına göre yazansa Ahmet Ağaoğlu’dur.(19)
Bakan Ali Fethi, aynı günkü oturumda amacın, “Rumları temizlemek” olduğunu söylemiştir. Hükümetin Pontos politikası bu kadar net ifade edilmiştir.
Temizlik harekâtının geçmişi 1920’nin son çeyreğine uzanıyor. Ankara hükümeti, 7 Ekim 1920 tarihli kararnameyle, Rum ve Ermenilere ait “muâmelatı tasarrufiyyenin tehirine artık lüzum” (işlemlerin ertelenmesine artık gerek) olmadığını kararlaştırdı,(20) iki ay sonra 9 Aralık 1920’de de Merkez Ordusu’nu kurdu ve Sakallı Nureddin’i komutanı olarak atadı.(21) Merkez Ordusu, önce Koçgiri ve sonra Pontos harekâtını tamamladıktan sonra 25 Şubat 1922’de lağvedildi.(22)
Merkez Ordusu, Koçgiri ve Pontos harekâtında Topal Osman gibi çeteleri de kullandı. Hatta 45-50 Türk askerini öldüren Katil İlyas Çetesi, 1922 yılı başında Rumları vurmak koşuluyla affedildi.(23)
Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin, planını harekâttan altı ay evvel 12 Ocak 1921’de açıklamıştır; Koçgiri için de böyle yapmıştır. 10 maddelik genelge(24) aslında iki maddedir:
1- Samsun ve Ordu Hıristiyanlarının 16-50 yaş arasındaki erkekleri güneye sevk edilecektir/sürülecektir.
2- Samsun ve Ordu’da 1884 ve 1891 ile 1901 doğumlu Hıristiyanlar askere alınarak, Amele Taburuna gönderilecektir.
Amele Taburların mucidi 25 Şubat 1915’te Harbiye Nazırı Enver’dir.(25) Osmanlı ordusunda önce Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve zamanla Hıristiyan askerleri kapsadı.
1921’de de Rum askerlerin silahsızlandırılacağını hükümet, Genelkurmay değil bir ordunun komutanı kararlaştırmıştır.
Genelgenin diğer maddeleri, sürülecek ve kalacak olanların nerelerde toplanacağı ve güvenliği ile icraatın sabah-akşam raporlarıyla Merkez Ordusu’na bildirilmesi hakkındadır.
Sonuç olarak Ankara hükümeti, Karadeniz’de hâkimdir; 20-36 yaşındaki vatandaş Rumları askere almayı, silah vermeden arazide Amele Taburlarında çalıştırmayı ve askere almadıklarını da kovalamayı planlamıştır.
Planın ilk icrası olarak 5 Mart 1921’de Merkez Ordusu Mıntıkası denilen Ordu, Canik, Tokat, Amasya, Çorum’da ve 10 Mart’ta da Elazığ’da, Erzincan’da ve Sivas’ın Divriği ile Zara kazalarında sıkıyönetim ilan edilmiştir.(26)
Merkez Ordusu, Koçgiri imhasının ardından 1921 Mayıs sonunda Karadeniz’dedir. 7 Haziran’da Yunan kruvazörü Kilkis’in İnebolu’yu bombalamasının(27) ardından [başka da bombalama olmayacaktır], 12 Haziran’da, sahildeki 15-50 yaşındaki erkeklerin sürgünü(28) kararlaştırılmıştır. Oysa on gün önce kovalama başlamış, 2 Haziran’da Samsun’dan Kavak’a götürülen 766 kişilik Rum kafilesine saldırılmış, ama sevkiyat sürmüştür.(29) Yaşına, cinsiyetine bakılmaksızın bütün vatandaş Rumlar sürülmüştür [kovalanmıştır].(30)
Bir ay sonra Rumların kıyıdan tamamen uzaklaştırılması/kovalanması kararlaştırılmış ve bir gün sonra 3 Temmuz’da da Karadeniz ‘Harp Bölgesi’ ilan edilmiştir.(31)
Artık Karadeniz yangın yeridir.
1919-1922’DE VATANDAŞ HIRİSTİYANLAR Türk-Sünni İslam programı açısından Anadolu’nun Şark’ı 1918 öncesi halledilmişti. 1919’da Güney’de Fransa ve Batı’da Yunanistan işgali vardı, Kuzey sakindi.
1919’da Trabzon’da bir ara Türk-Rum Federasyonu(32) teması oldu ve resmi dilin “Türkçe ve Rumca” olacağı(33) da gündeme geldi, ama ‘birlikte yaşam’ politiği derinleştirilemedi.
1919’da İngiltere’nin Anadolu planıyla ilgili Prof Dr. Neoklis Sarris’in tespiti önemliydi: “Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a [19 Mayıs 1919] ayak basmasının resmi sebebi, bir hafta önce İzmir’e çıkan Yunan askerinin çıkışının resmi sebebinin aynısıdır. Ve her iki resmi sebep ‘müttefiklerce’ onaylanmış ve teşvik edilmiştir.” ‘Resmi sebep’ Rumları, çetecilerin baskısından korumaktır.(34)
Sahada neler oluyordu? Bunu tartışmak bir yana, gerekçenin aynılığı düşünmeye değer. İngiltere, elinin altında Mondros Mütarekesi (madde 7) varken, Yunanistan’a yol verdi; çünkü o günkü derdi, Bolşevik iktidarıydı. 14 bin askeriyle Rusya toprağında savaşmıştı ve 1920 sonunda yenilmişti.(35)
Neoklis Sarris’in de yazdığı gibi, Mustafa Kemal’in müfettiş olarak atanmasının ve Samsun’a gitmesinin resmî gerekçesi, Rum köylerine Türk-İslam ahalisinin yaptığı saldırının önlenmesi ve asayişin sağlanmasıydı.(36)
Yunanistan’dan Anadolu işgaline karşı çıkan komünistlerdi, gazetesi Rizospastis [Radikal] barışın kürsüsüydü. Rizospastis’e göre, Yunanistan’ı İngiltere’nin kucağına atan Venizelos’tu (18.11.1920), işgalin yaygınlaşması “korkunç bir savaş macerası”ydı (21.7.1921) ve halka cephedeki gerçek anlatılmıyordu (30.7.1921).(37)
1919-22 döneminde Batı’daki cephe savaşıydı, Güney’deki(38) gayrinizami harpti ve Kuzey’deki(39) devletin dâhili harbiydi. Yunanistan’dan başka bir ülke ordusuyla savaşılmadığı için mütareke de Mudanya’da, onunla imzalanmıştı.
1919-22 dönemini, sanki savaşan iki taraf/cephe ve ‘kurtarılmış bölge’ varmış gibi, ‘iç savaş’ olarak nitelendirmek, aslında Türk milliyetçiliği göletinde boğulmaktır.
O günün koşullarında Yunanistan’ın işgalinin yaygınlaşması, İttihatçı kadroyla zihniyetinin Ankara’da yoğunlaşmasını ve Abdülhamid’le İttihatçıların Anadolu’yu Hıristiyanlardan arındırma politikasının radikalleşmesini artıran unsurdu.
Yunanistan işgali olmasaydı, cephe savaşı da olmayacaktı. O halde, Rumlar ve Ermeniler de Düzce’den Denizli’ye Konya’ya kadar 1920-21’deki(40) gibi kovalanmaz mıydı? Ve 1915’in politiğine devamı edilmez miydi? Hem “Hıristiyanlar kovalanmazdı” hem de “1915 politiğine devam edilmezdi” demek, mümkün değildir.
Üç cephede Osmanlı-Türkiye vatandaşı Hıristiyanlar hedeflenmişti; gerekçesi hem işgalcilerdi hem de ayrılıkçılıktı. Bunun için Genelkurmay, ordunun İzmir’e girmesinden on gün sonra 19 Eylül’de bile, “Kurtarılan Garp’ta Hıristiyan vatandaşları sahile sevke” devam etmiştir. Bunun sonucu olarak 1,2 milyon Rum mübadilin ancak 112 bini, 1922’de Ankara’nın zaferinden sonra gönderilmiştir.(41)
Büyük Taarruz öncesi harekâtın tamamlandığı Kuzey’de ‘savaşan iki taraf’ yoktu ve Merkez Ordusu, karşısında Karadeniz Rum vatandaşlarının silahlı bir cephe gücünden bahsedilemez.
1922’de Dahiliye Vekili/İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar) Nitekim Bakan Ali Fethi’nin hakkında bilgi verdiği Pontus Meselesi kitabından da anlıyoruz ki, Rumların, Paris Konferansı’nda çıkan ‘yüksek sesinin’ paralelinde Karadeniz’e egemen-merkezi bir teşkilatlanması ve Türk askerinin ya da yedekteki Topal Osman gibi çetelerin giremeyeceği kurtarılmış bölgesi yoktu; çatışmalarsa yereldi.
Kitaptan beş yıl sonra 1927’de kaleme alınan 11 sayfalık ‘Pontus Meselesi’ raporu(42) da kitaptaki anlatımı özetlemiştir.
1922’in yarıyılında harekâtın sonucunu, TBMM kürsüsünde açıklayan İçişleri Bakanı Ali Fethi’dir; Karadeniz vatandaş Rumlardan temizlenmiştir!
NOTLAR:
(1) TBMM GCZ, cilt: 3, 10.6.1922, s. 369 (abç).
(2) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 30/10/1336: 05/10/1337, Rumuz: IV-1-B-1, Karar: 1-421, Esas No: 520), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 667-671.
(3) TBMM Reisisanisi Dr. Adnan tezkeresi, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 22, 17.8.1922, s. 208.
(4) Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 2, TBMM Vakfı, Ankara-1998, s. 575.
(5) Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri, AD Yayıncılık, İstanbul-1997, s. 10.
(6) Ergün Aybars, age, s. 93-94, 126-131.
(7) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 11, 473.
(8) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/2 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 06/10/1337: 27/12/1337, Rumuz: IV-1-B-2, Karar: 1-162, Esas No: 521), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 1-527.
(9) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 111, 145, 247, 257, 259, 397, 409.
(10) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 399. Türkçe kullanım ve kararlarda yazan: Pontus.
(11) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 409.
(12) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663.
(13) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 3-4, 579, 665, 671.
(14) Türkçe öğretmeni Zeki, 14 Şubat 1921’de öldürüldü (Pontus Meselesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi, Dr. Yılmaz Kurt (hazırlayan), Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara-1338 (1922), TBMM Basımevi, Ankara-1995, s. 371).
(15) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663-665.
(16) Pontus Meselesi, 3, 12.
(17) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: 2, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1989, s. 129-130.
(18) TBMM GZC, cilt: 2, 10.6.1922, s. 409 (abç).
(19) Aktaran, M. Şükrü Hanioğlu, ATATÜRK Entelektüel Biyografi, 2. basım, Bağlam Yayınları, İstanbul-2023, s. 527.
(20) 7.10.1920 tarih ve 264 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 14, S: 7.
(21) ATASE’den aktaran, Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, İki İsyan Bir Paşa, 2. baskı, Babil Yayıncılık, Ankara-2003, s. 9-17, 86; Hamdi Ertuna, Türk İstiklâl Harbi, VI’ncı cilt, İstiklâl Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1974, s. 290.
(22) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 287-289.
(23) 19 Ocak 1922 tarih ve 183 no’lu Tecili Takibat Hakkında Kanun, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 16, 12 ve 19 ve 21.1.1922, s. 31-34, 92, 111-112 ve Fihrist-s. 3; TBMM GCZ, cilt: 2, 11.8.1921 ve 4.10.1921 ve 19.1.1922, s. 215-217, 263-264, 635-643; Hamdi Ertuna, age, s. 170-176.
(24) Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’in 12.1.1921 tarihli ve 2082 sayılı genelgesi, aktaran Pontus Meselesi, s. 398-399.
(25) Aktaran Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. baskı, Ankara-1985, s. 212; aktaran Tehcire Giden Yol, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yayın no: 142, İstanbul-2016. s. 162.
(26) 5.3.1921 tarih ve 716 sayılı kararname, BCA-F: 030.18. 1.1/K: 2, D: 38, S: 2; 10.3.1921 tarih ve 727 nolu kararname, DÜSTUR, 3. Tertip, cilt: 2, Milliyet Matbaası, İstanbul-1929, s. 5.
(27) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 114-115.
(28) 12.6.1921 tarih ve 941 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 24, S:12.
(29) Pontus Meselesi, s. 405; Stefanos Yerasimos, ‘Pontus Meselesi (1912-1923)’ makalesi, Toplum ve Bilim içinde Güz 1988-Kış 1989, sayı: 43-44, s. 66-7.
(30) Kumandan Nureddin’in açıklaması, aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 275.
(31) Pontus Meselesi, s. 389; 3.7.1921 tarih ve 1014 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 28, S: 5.
(32) Aktaran Stefanos Yerasimos, agm, s. 53-56; aktaran Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2012, s. 194, 196 ve 197-8.
(33) Pontus Meselesi, s. 122-124.
(34) Ömer Asan, Pontos Kültürü, Belge Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. xıx.
(35) Martin Gilbert, Churchill Bir Yaşam, çeviren: Süha Sertabiboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2011, s. 480-508.
(36) Erik Jan Zürcher, Millî Mücadelede İttihatçılık, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, s. 173; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Atatürk Dizisi, İstanbul-1998, s.171; Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım, cilt: 1, Emre Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. 230; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 80.
(37) Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir’in makalesi, Yunan Arşiv Kaynaklarında İşgal Eskişehir’i, Mehmet Ö. Alkan-Ayşe Ozil (editörler), Tarih Vakfı, İstanbul-2022, s. 65-89.
(38) 12.10.1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk Cemiyeti Teşkilatı talimatı, Kuvayı Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Bey’in Günlüğü, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2012, s. 1-4; ATASE, aktaran Türk İstiklal Harbi IV’üncü Cilt Güney Cephesi, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2009, s. 76-77, 318.
(39) Nevzat Onaran, Devletin Dâhili Harbi, Kor Kitap, İstanbul-2021, s. 131-269.
(40) 13 (15).9.1920 tarih ve 215 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 11, S: 17; 27.1.1921 tarih ve 619 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 33, S: 5; 9.2.1921 tarih ve 657 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 35, S: 3; 11.5.1921 tarih ve 839 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 19, S: 7; 28.6.1921 tarih ve 979 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 26, S: 10; Cengiz Mutlu, Mütareke Döneminde Rum Nüfus Hareketleri (1918-1922), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2004, s. 284-289.
(41) Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü’nün 10 yıllık Çalışma Raporu (1933), s. 1-2 ve İlişik sayı 8: Vilâyet dahilinde mübadeleye tabi elyevm mevcut Rum miktarı, BCA-F: 30.10/K: 124, D: 885, S: 4; TBMM ZC, devre: 3, cilt: 26, 19.3.1931, s. 60-67 ve zabıt sonundaki 92 no’lu raporda s. 4, 9.
(42) Pontus Meselesi Raporu, CA, A: IV-15-a, D: 62, F: 9/1-10, aktaran Hadiye Yılmaz, Pontus Macerası, Tarihçi Kitabevi, İstanbul-2011, s. 181-93.